Yürütücü: Aydın Arı
Otomotiv Sektöründe Kriz ve Yeniden Yapılanma Dinamikleri: Renault Fabrikası Örneği
Suna Akbalık
Dünya ekonomisinin yapısal krize girmesiyle birlikte kapitalist ekonomilerde yeniden yapılanma süreci başlamıştır. Artan uluslararası rekabetin etkisi, üretimin giderek kârlılık koşullarını yitirmesi, çok uluslu şirketlerin daha düşük maliyetlerde üretim gerçekleştirme stratejisi dünya üzerinde yeniden yapılanmayı zorunlu kılmıştır. Yeniden yapılanma süreci ile birlikte doğrudan yabancı yatırımların hız kazandığı, sermaye birleşme ve satın almalarının artarak devam ettiği, işçi sınıfı üzerindeki emek süreci kontrol tekniklerinin geliştirildiği ve sermayenin gerekleri üzerinden üretim teknolojileri yeniden şekillenmektedir.
Sermayenin günümüzdeki en yaygın eğilimi doğrudan yabancı yatırımlardır. Doğrudan yabancı yatırımın gerçekleştiği ülkelerde ödemeler dengesi açıkları artarken, egemenlik altındaki yarı sanayileşmiş ülkelerden gelişmiş kapitalist ülkelere doğru bir kâr transferi gerçekleşir. Bu kâr transferi iki ülke arasındaki eşitsizliği daha da derinleştirir ve aynı zamanda egemenlik altındaki yarı sanayileşmiş ülkelerde yaratılan artı değer bir kısmı gizli, bir kısmı açık kâr olarak gelişmiş kapitalist ülkelere doğru akmaktadır. Doğrudan yabancı yatırımların özel bir biçimi olan sermaye birleşmeleri ve satın almalarıdır. Bu durum çok uluslu şirketlerin rekabet koşullarında şirketlerin maliyetlerini düşürüp pazar paylarının korunmasında ve arttırılmasında rakiplerine karşı büyük bir fırsat sağlamalarına neden olmaktadır. Dünya pazarında rekabet eden birçok büyük şirketin gün geçtikçe sayısının azalmakta olduğu görülmektedir. Sermaye birleşmeleri ve satın almaları, çok uluslu şirketlere iki avantaj sağlamaktadır. İlk olarak başka ülkelerin pazarlarına girişin kolaylaşması ve şirkete ait varlıklara hızla ulaşabilme imkânı yaratır. İkinci olarak, iki şirketin kaynaklarını birleştirerek birbirini tamamlayan kapasite artışıyla birlikte yeni teknolojiye erişme, maliyetleri azaltma ve rekabet edebilme düzeylerini de yükseltmektedir.
Yeniden yapılanmaya ilişkin temel eğilimlerden bir diğeri mekânsal yeniden yapılanmadır. Sermayenin hareket ettiği mekânların yapısal özellikleri dikkate alındığında hammadde ve emeğin ucuz olduğu, üretilen metalar için pazar olanağı sağlayan bölge ve ülkeler sermayenin konumlanmak istediği mekânlardır. Sermayenin gerekleri üzerinden şekillenen mekânın gerçekleştirmesi gereken işlevlerden biri sermaye ve emek fazlasını coğrafi yayılma içinde emilmesidir. Harvey’ e göre üretim faaliyetlerinin mekânsal değişimi sadece krizleri erteleyen “mekânsal çözüm” olarak değerlendirilmektedir. Eşitsiz gelişen bu ilişkiler bütününde “üretimin ucuz iş gücü gerektiren niteliksiz ya da nitelikli aşamaları” egemenlik altındaki yarı sanayileşmiş ülkelerde gerçekleşmektedir. Bu nedenle üretim dağınık bir yapıya sahiptir. Üretim için gerekli olan girdiler emek-gücü de dâhil egemenlik altındaki yarı sanayileşmiş ülkelerden ithal edilir. Üretimin kaydırıldığı bölgedeki emek-gücü bu girdileri işler, işlenmiş ürün başka bir ülkeye montaj için ihraç edilir. Üretim aşamalarının bütününe hâkim olmayan egemenlik altındaki yarı sanayileşmiş ülkeler dünya üretimindeki iş bölümünde çok uluslu şirketler kadar kârlı değillerdir. Bu ülkelere gelen yatırımların tekrardan akacağı yer çok uluslu şirketlerdir. Pazarın geç kapitalistleşen ülkelere doğru genişletilmesi sonucu yaratılmış artı değerin gerçekleşme alanının ve transfer edildiği alandaki sermaye birikiminin artışına sebep olur.
Yeniden yapılanmaya ilişkin diğer bir eğilim ise üretim teknolojilerinde yeniden yapılanma süreciyle birlikte sermayenin emek gücünü kontrol etme tekniklerinin dönüşümüdür. Çalışmamızda incelenen otomotiv üretiminin dünya üzerinde yayılmasıyla birlikte otomotiv sanayi teknolojisi olan bant sistemi de dünya üzerinde yayılmıştır. Yürüyen bantın üzerindeki kontrol yönetimin elinde olduğu için sermaye artık tekil makine aracılığıyla tekil işçiye çalışma hızını dayatmanın ötesinde bütün fabrikadaki işçilerin çalışma hızını ayarlama olanağı elde etmiştir. Yürüyen bantın hızı arttıkça her bir işçinin belli bir süre içinde tekrarlamak zorunda olduğu işlemlerin sayısı artmaktadır. Metanın nihai ürün haline gelene kadar geçirmiş olduğu süreç bant üzerinde gerçekleşirken üretimin parçalara ayrılarak en küçük aşamalarının standartlaştırılıp işçinin işin bütününe ait bilgisini yok ederek aynı zamanda işçinin vasıfsızlaşmasına neden olmaktadır.
Kapitalizmin kendine özgü ilişkileri temelinde ortaya çıkan sermaye üretim süreci bir değerleme işlemidir. “Sermayenin kendini geniş¬letebilmesi için, üretimin nesnel koşullarının sermayeye, emek harcama kapasitesi olarak emek gücünün ise ücretli emek niteliğine bürünmüş olmaları gerekir.” Sermaye-emek ilişkisi toplumsal bir ilişkidir. Emek gücü olmaksızın sermaye değerinin büyütülmesine olanak yoktur. Kapitalist, emek gücünden elde ettiği artı değerin bir kısmını el koyarak sermaye birikimini devam ettirmektedir. Krizin sermaye ve emek açısından ayrı sonuçları vardır. Ekonomik büyümenin durma noktasına gelmesi ve istihdam yaratan sektörlerdeki daralmalar, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere tüm kapitalist dünyada işsizliğin hızla artmasına neden olmuştur. Dünya üzerinde bütünleşmiş kapitalist ilişkiler, ekonomi içinde her an üretime dâhil edilecek hazır yedek iş gücü ordusu oluşturmaktadır. Uluslararasılaşma “dünya çapında yedek sanayi ordusunu genişletmenin stratejisidir” . Dünya pazarının oluşmasıyla birlikte pazar payını arttırmak için çok uluslu şirketlerin emek gücüne ihtiyacı artmış, bu emek gücü uluslararası bir sınıf olarak dünya pazarına çalışır hale gelmiştir. Sermayenin olağanüstü hareketliliğini ve giderek sıklaşan ekonomik krizlerin bedelini büyük ölçüde emek gücü ödemektedir.
Çalışmanın ikinci bölümünde dünya otomotiv sektörünün genel durumu incelenerek Türkiye’de otomotiv sanayinin genel dinamikleriyle ilişkilendirilmiştir. Çalışmamızda uluslararasılaşmanın ve tekelleşmenin boyutlarını örneklendirmemiz açısından tercih edilen çok uluslu şirket Renault şirketidir.
Dünyada otomotiv sektörünün genel dinamiklerine bakıldığında taşıdığı önem açısından rekabetin en yoğun yaşandığı, teknolojik gelişmelerin en önce uygulandığı, üretim tekniklerinin hızla değiştiği sanayilerden biridir. Son yıllarda genel otomotiv şirketlerinin genel eğilimi rekabet koşullarında üretimin belirli aşamalarını farklı bölgelerde gerçekleştirerek üretimi kaydırdıkları ülkelerin ucuz emek gücünden, pazar dinamik yapısından ve hammaddeye yakınlık koşullarından faydalanarak maliyet düşürücü etki yaratmaktır.
Türkiye’nin durumuna baktığımızda Türkiye, uluslararası pazarın bir parçası haline gelmiş ve otomotiv yan sanayi ve ana sanayiinde yaşanan gelişmeler Türkiye’ye yabancı sermaye akışının hızlanmasına neden olmuştur. Türkiye’de otomotiv sektörünün gelişme dinamiklerine baktığımızda en büyük payın yabancı sermayeli şirketlere ait olduğu görülmektedir. Otomotiv sanayiinde yaygın olan sermayelerin birleşmeleri ve satın almalarına bir örnek de Fransız merkezli Renault şirketi ile Oyak Renault arasında gerçekleşen ortaklıktır. Son zamanlarda tartışılan ve güncelliğini koruyan bazı modellerin Bursa da mı yoksa Fransa da bulunan Flins fabrikasında mı gerçekleşeceği konusu Renault yönetiminin açıklamalarından yola çıkarak Türkiye’de üretilmesinin daha düşük maliyetle gerçekleşeceği iddiası çalışmamızda gerçekleştirdiğimiz alan çalışmasında karşılığını bulmaktadır. Renault şirketinin Türkiye’ye üretimi kaydırmasının maliyetleri azaltıcı bir etki yarattığı varsayımını incelemek ve somut verilerle güçlendirmek için Bursa da bulunan Oyak Renault fabrikasında bir alan çalışması gerçekleştirilmiştir. Oyak Renault ve Flins fabrikası arasında ücret düzeyleri, çalışma koşulları, sendikalaşma düzeyi ve toplu sözleşme ilişkileri karşılaştırılmıştır. 2015 yılından Türkiye’de en fazla ihracat yapan şirketler sıralamasında 2,8 milyar dolar ile 3.olan Oyak Renault, aynı yıl içinde ücret artışı talep eden işçiler ve sendikalarının toplu sözleşmelerinin 3 yılda bir gerçekleştirilmesini kabul etmesi üzerine işçiler tarafından hem sendikaya hem de fabrika yönetimine karşı bir direniş gerçekleştirilmiştir. Oyak Renault fabrikasındaki çalışma koşulları en genel hatlarıyla incelenmiş ve fabrikada sermaye- emek çelişkisinin toplumsal bir reflekse dönüştüğü en büyük işçi direnişlerinden biri gerçekleşmiştir.
Ofissizleşen Emek: Freelance Çalışanlar ile Sınıfı ve Sınıf Siyasetini Yeniden Düşünmek
Özlem İlyas
Bu çalışmada freelance (serbest) çalışma biçimi olarak nitelenen çalışma biçimlerinin kendine özgün sınıfsal yapıları ve freelance çalışanların örgütlenme çalışmaları ele alınmaktadır. Freelance çalışmanın yaygınlaşması; emek piyasalarının yeniden yapılandırılması, çalışmanın bireyselleşmesi, ekonomik öznelliğe dair neoliberal söylemler, işverenin üretim masraflarını dışsallaştırma isteği, ve freelance çalışanların işyerlerindeki mobbing, ayrımcılık, düşük ücret ve dayanışma/örgütlenme yoksunluğu gibi çeşitli sorunları reddedip üretim süreci üzerinde daha fazla otonomi kazanarak alternatif çalışma ve yaşama biçimleri deneyimleme arzularının da aralarında bulunduğu pek çok faktörün fazla belirlenmiş (overdetermined) bir sonucu olarak ele alınır. Freelance çalışma bilişim, çeviri, tasarım ve gazetecilik gibi birbirinden farklı sektörlerde yaygınlık kazanırken birbirinden farklı sınıfsal süreçleri de kapsar niteliktedir. Freelance çalışma hakkındaki neoliberal söylem, freelance çalışanı girişimci öznelliğin beden bulmuş hali, freelance çalışmayı da özgürlüğe giden bir yol olarak temsil eder. Freelance çalışmanın getirdiği özgürlüğün, kişinin zaman ve mekândan bağımsız, çalışma ve yaşama koşullarına hakim olduğu egemen bir varoluşu içerdiği tahayyül edilir. Dolayısıyla freelance çalışma, sınıf antagonizmasının ortadan kalktığı, işçinin yerini egemen girişimcinin aldığı bir çalışma biçimi olarak temsil edilir. Bu çalışmada freelance çalışanlarla gerçekleştirilen derinlemesine görüşme ve öz-örgütlenmeye yönelik olarak düzenlenen atölye çalışmalarına dayanılarak, söz konusu sınıfsız temsilin sorunlarına işaret edilmekte, freelance çalışmanın içerdiği farklı sınıf süreçleri ile iş ilişkileri analiz edilmekte ve bu farklılıklarla beraber örgütlenmenin sınıf siyasetinin ufkunda nasıl bir dönüşüme işaret ettiği irdelenmektedir.
Freelance çalışanlar bir yandan kapitalist, bağımsız ve bazen de komünal olarak nitelenebilecek farklı sınıf süreçlerinde yer alırken, diğer yandan üretim sürecinde iş üzerindeki hâkimiyet ve iş ve işdışı ile kurulan öznel ilişki bakımından da birbirinden farklılık gösterirler. Freelance çalışan sıklıkla üretim araçları ile üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin yanı sıra, iş ile iş dışı sınırların da sürekli idaresini üstlenmek durumunda kalır. Bu noktada geliştirdikleri çözümler ve deneyimler bakımından da farklılık gösterirler. Freelance çalışanları bir araya getiren ortak bir çalışma zamanı ve mekânının çoğunlukla bulunmaması, iş dolayımıyla işçiler arasında kurulan toplumsallığın ve örgütlülüğün altını oyarken, freelance çalışanlar arasındaki söz konusu farklılıklar bireyselleşir ve dolayımlanmadıkları takdirde bu farklılıklar muhtemel dönüştürücü potansiyellerine ulaşamaz. Diğer bir deyişle, bir yandan freelance çalışan kendi üretim sürecini yönetirken iş üzerinde daha fazla hâkimiyet kurabilme ve alternatif üretme ve yaşama biçimleri deneyimleme ve çoğaltma ihtimalini taşırken, diğer yandan sosyal ilişkiler bakımından kendini güçsüz ve izole edilmiş halde bulabilir. Freelance çalışanın bu şekilde yalnızlaşması ve toplumsal ilişki kurma beceri, istek ve maddi kaynaklarının azalmasının çok önemli siyasi sonuçları bulunmaktadır. Tam da farklılıkları dolayımlayacak toplumsal ilişkileri kurmanın daha da önem kazandığı bir noktada freelance çalışanlar, kendilerini ortak bir zaman ve mekândan, ve daha önemlisi, ilişki kurma kudretinden yoksun halde bulabilir.
Buradadan hareketle bu çalışmada sınıf ve iş kavramlarına fark üzerinden bakılarak sınıfın yeniden düşünülmesi gerektiği ve sınıf siyasetinin ancak bu noktada kapsayıcı ve güçlendirici bir çizgide ilerleyebileceği öne sürülmektedir. Söz konusu sınıfsal ve öznel farklılıkları dolayımlacak çeşitli araçlar üretildiği takdirde fark, kapitalist üretim süreçlerine birden fazla müdahale noktası oluşturan bir kuvvet olarak yeniden düşünülebilir. Diğer bir deyişle fark, sınıf siyasetinin altını oyan bir unsur olmak yerine kapitalist süreçlere yaratıcı ve çoklu müdahaleyi sağlayabilecek bir itki olarak iş görebilir. Freelance çalışanları farklılıklarıyla bir araya getirmeye çalışan bir müşterek mekân deneyimi olarak Dünyada Mekân ile freelance çalışanların dayanışma ağı Ofissizler böyle bir siyasetin denendiği ve deneyimlendiği inisiyatifler olarak ele alınmaktadır. 2015 yılında beyaz yakalı, işsiz ve freelance çalışanların inisiyatifiyle bir dizi forumun ardından İstanbul’da kurulan Dünyada Mekân bir karşılaşma mekânı olarak iş görmüş, çeşitli beyaz yakalı ve taban örgütlerine de ev sahipliği yapmıştır. 2018 yılında ise bu mekânda karşılaşan freelance çalışanlar; freelance çalışmanın kendine özgü koşul ve sorunlarını tespit etmek, freelance çalışmayı bir çalışma biçimi olarak görünür kılmak ve güvenceli hale getirilmesini talep etmek, bu çalışma biçimi hakkında veri üretmek ve hak talepleri geliştirmek, freelance çalışanlar arasında mesleki ve deneyim paylaşımının mümkün olacağı dayanışma ağları kurmak ve farklı türde üretme, tüketme ve yaşama pratiklerini tartışıp deneyimlemek amacıyla Ofissizler Freelance Ağı’nı kurdu. Çalışmada freelance çalışanların bu öz-örgütlenme çalışmaları, sınıf ve iş kavramlarına fark üzerinden bakılarak değerlendirilir.
Kadınlar ve Kriz Deneyimleri Raporu
Kriz ve Kadın Çalışma Grubu adına Şahika Hancı
Kriz ve Kadın Çalışma Grubu 2019’un Ocak ayında gıda, tekstil, hazır giyim, deri ve metal olmak üzere üç sektörden yaklaşık 70 sendikalı kadınla yaptığı ‘kriz ve kadın emeği’ konulu toplantıların sonuç raporunu yayımladı. Raporda, kadınlarla yapılan görüşmeler doğrultusunda krizde ‘iş yerindeki değişimler’ ve ‘ev içi kadın emeği’ olmak üzere iki ana tema bulunuyor. Burada iş yerinde çalışma koşullarının giderek bozulduğu, işçilerin üzerindeki baskıların arttığı, işten atma ve/veya daralmaların olduğu bilgisiyle birlikte, kriz dönemlerinde özellikle enflasyonun artması karşısında gelirin erimesi nedeniyle kadınların ev içi karşılıksız emekleri üzerindeki yükün arttığına dikkat çekiliyor.
Krizde ücretli çalışma ve iş yeri koşullarında değişimler
Rapora göre her üç sektörde daralma ve/veya işten çıkarmalar olmakla birlikte, durum firmalar bazında değişebiliyor. Üretimin yavaşlaması durumunda vardiyaları azaltma, ücretli izin, ücretsiz izin, işten çıkarma gibi durumlar gerçekleşebiliyor. Burada en dikkat çeken eğilimlerden biri işten ‘gönüllü’ çıkarma olarak görülüyor. Özellikle kıdemli ve kadrolu işçileri bir ‘bonus’ vererek işten çıkmaya teşvik etmek kriz döneminde yaygınlaşıyor. Kadınlara göre bu, işverenlerin krizi ‘fırsata’ çevirme yöntemi. Tekstil sektöründen bir kadın işçi ‘gönüllü çıkış’ın nasıl bir baskı unsuru taşıdığını şöyle anlatıyor:
“Sürekli disiplinsizlik, performans düşüklüğü bahaneleriyle disipline etme derdi var. Bu şekilde önce baskı yapıyorlar, sonra çıkarıyorlar. Bu işten çıkarılmalar bazı arkadaşların işine de geldi. Örneğin hamile kadınlar, kredi kartı borcu olanlar vs. 20.000’i alıp öyle çıkıyor (…) Çıkarılanların yerine alınanlar asgari ücretle alınıyor.”
Burada ‘üretim yavaşlatma’ adı altında içeride izinleri birikmiş işçilere ücretli izin kullandırma da yaygın bir eğilim olarak ortaya çıkıyor. Ancak kadınlarda, ücretli izinlerin zamanla ücretsiz izne ve işten çıkarmaya evrileceği endişesi görülüyor. Çünkü iş yerlerindeki maliyet kısıcı önlemleri ve üretimin yavaşlamasını, işten atılma işareti olarak görüyorlar. Dolayısıyla bazı işyerlerinde işverenler, özellikle sözleşmeli çalışanları doğrudan işten atma, daha kıdemli ve kadrolu olanları gönüllü teşvikle işten çıkarma; işten çıkarmasa bile vardiyaları düşürme ve ücretli izne çıkarma eğilimlerinden bir ya da birkaçını bir arada gerçekleştiriyorlar.
Çalışma koşulları bozuluyor, işyeri refahı düşüyor!
Kadın işçilerin anlatımları işyerinde temel ihtiyaçların kısıldığını, gıdadan hijyen ürünlerine kadar miktarın ve kalitenin düştüğünü, bunların kısıtlı kullanımı konusunda iş yerlerinde baskının arttığını gösteriyor. Bununla birlikte işverenlerin yoğun bir şekilde sözleşmeli işçi alma eğilimi ve bu işçilerin sürekli değişmesi, bir kadın işçinin anlatımında da görüldüğü üzere, kadrolu işçiler üzerinde çalışma yükünü artırıyor:
“İşler çok arttı. Sözleşmeli çok işçi alındı, onlar gelince de ayrılmak isteyen kadrolu işçiler işten çıkarıldı. Ağır işler de arttı, onun için daha çok erkek işçi almaya başladılar. Önceden 9-5 çalışıyorduk, şimdi 9-9 çalışmaya başladık. Pazar günleri de çalışıyoruz, mesaiye kalmak istemiyor kimse, ama genelde tehditle çalışıyoruz. Yasal molamız 15 dakikaydı ama önceden 30 dakika mola yapıyorduk, şimdi çok azaldı mola süremiz. Şimdi TİS [Toplu İş Sözleşmesi] dönemindeyiz, eleman azaltma olur mu diye bekliyoruz.”
İşten atılma tehditleri, işsiz kalma endişesi
Rapora göre kriz yokken bile işsizliğin yüksek olduğu Türkiye’de, kriz döneminde çalışma koşulları daha fazla bozulurken işverenler kriz söylemini işten atma tehdidi olarak kullanıyorlar. “Kriz var” ve “küçülmeye gidiyoruz” söylemleriyle işçilerde sürekli bir işsiz kalma endişesi yaratıyorlar. İşverenler krizin daha fazla yaydığı işsizlik korkusunu kullanarak işçileri kötü koşullarda ve asgari ücretle çalışmaya daha kolay razı edebiliyor. İşsizlik verileri ortadayken, işverenlerin krizi bahane ederek özellikle kadrolu, kıdemli ve sendikalı işçileri işten atıp yerlerine asgari ücretle çalışacak sözleşmeli işçi alma eğilimleri net olarak görülüyor. Her üç sektörden işçi kadınların ortak endişesi de kriz nedeniyle işten çıkarılmak oluyor. Özellikle 31 Mart yerel seçimlerinden sonra işten atılmaların artacağını düşünüyorlar. Örneğin bir kadın işçi durumu, “Performans düşüklüğü, geç kalmışsın, şu kadar ihtarın var bir daha olursa atarız şeklinde tehditler ve baskılar var. Her şekilde tazminatsız nasıl işten çıkarırız derdindeler. Siparişler düştü, iş yok, ne yapacağız iş olmazsa diye tedirginlik var herkeste.” şeklinde ifade ediyor.
Krizde sendikalı olmak
Rapora göre her şeye rağmen işyerinde sendikalı ve örgütlü olmanın önemine kriz özelinde de dikkat çekmek gerekiyor. Buna göre örgütlü olmaktan gelen haklar krizin en azından işyerinde ‘daha az şiddetli’ hissedilmesine neden oluyor. Daha da önemlisi, kadınlar işgücü piyasasındaki cinsiyet ayrımcılığının farkında oldukları için, sendikalı olmamaları halinde ilk gözden çıkarılacaklar olduklarını biliyorlar. Örneğin metal sektöründen bir kadın durumu şöyle ifade ediyor:
“En azından örgütlü bir fabrikayız, haklarımızı koruyan. Örgütsüz bir fabrika olsaydı ne olurdu söyleyeyim. O fabrikanın yarısı giderdi. Ve kimseye de sormazlardı. Özellikle kadınları elerlerdi. Neden kadınları elerlerdi? Çünkü daha kolay gözden çıkartılabilecek bir kesim olduğumuz için. İşte çocuklarından dolayı hep sorun yaşadıkları için; çocuğu hasta baba geliyor, ama kadın gelemiyor mesela. Allahtan ki örgütlüyüz. Bize sormadan hiçbir şey yapamıyorlar. Biz krizi biraz daha bu şekilde atlatıyoruz.”
Krizde enflasyon, tüketim ve ev içi emek
Raporda, işyeri refahının bozulmasının, çalışma koşullarının kötüleşmesinin, alınan ücretlerin enflasyon karşısında erimesinin doğrudan hane refahını nasıl etkilediği yer alıyor. Buna göre hâlihazırda büyük ölçüde kadınların sorumluluğunda olan ev içi işler ve bakım emeği üzerindeki baskı artıyor ve sorumlulukları ağırlaşıyor. Bu noktada üretime yeniden üretimle birlikte bakmanın öneminin altı çiziliyor.
Rapora göre görüşülen kadınların hepsi krizden çok etkilendiklerini, kıt kanaat geçinmeye başladıklarını ve temel ihtiyaçlarında bile kısıtlamalar yaptıklarını ifade ediyorlar. Bir yıl önceki durumlarıyla şimdiyi karşılaştırdıklarında büyük bir gerileme görüyor ve yoksullaştıklarını düşünüyorlar.
Enflasyonla birlikte temel ihtiyaçlarda kısıtlamalar artıyor
Kadın işçilerin anlatımları “Eskiden pazara gider ve bir sürü poşetle gelirdim, şimdi iki poşetle geliyorum” ya da “Eskiden 100 liraya bir haftalık meyve sebze alıyordum. Şimdi pazara gidemiyorum, günlük yenilecek kadar alıyorum” gibi benzer ifadelerle, özellikle son bir sene içinde yaşadıkları yoksullaşmayı gösteriyor. Buna göre “Eskiden şöyleydi…Şimdi böyle” ifadesi gıdadan sağlığa tüm tüketim ve hizmet konularına damgasını vuran bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Kadınlar gündelik ihtiyaçları karşılama deneyimlerini anlatırken sıklıkla “günü kurtarma” ve “sadece karın doyurma odaklı yaşama” ifadelerini kullanıyorlar. Bununla birlikte temel ihtiyaçlar arasında da tercih yapma zorunluluğu ortaya çıkıyor; mutfak masrafları çok arttığı için diğer tüm ihtiyaçları karşılamak geri plana atılıyor. Kadınlar aldıkları ücretler asgari ücretin üzerinde görece iyi olmasına rağmen, son bir sene içinde krizi çok ciddi bir şekilde yaşadıklarını ve yoksullaştıklarını ifade ediyorlar. Bir örnek vermek gerekirse:
“Yıllardır çok büyük hayatlarımız olmadı, ama bu son ekonomik kriz… Gıdaya şuna buna yüzde 20 [zam] diyorlar ama bana göre enflasyon yüzde 60. Şu son bir yıldaki, aylardaki kadar her şeye bu kadar çok dikkat ettiğim bir dönem hatırlamıyorum. 48 yaşımdayım, 30 yıllık evliyim, şimdi her şeye daha fazla dikkat ediyorum. Çünkü yetiştiremiyoruz. Şimdi markete gideceğim, bir şeyler alacağım, diyorum ki şu kadar yeter ama kesinlikle o yetmiyor. Ya daha fazlasını vererek ya da birkaçını alamadan çıkıyorum. O duruma geldik.”
Her şeyden kısmak, her şeye dikkat etmek, endişeyle işsiz kalmayı beklemek!
Öte yandan çocuğu olanlar için okul masraflarını karşılamanın giderek zorlaştığı, çocukların ihtiyaçlarını yeterince karşılayamamanın kadınlar için bir duygusal yük yarattığı da görülüyor. ‘Her şeyden kısmak’ ve ‘her şeye dikkat etmek’ kadınların kriz sürecinde gündelik temel bir ‘uğraşı’ haline geliyor; fazladan bir enerji sarfı ve bazen de fedakârlık gerektiriyor. Temel ihtiyaçları bile kısacak duruma gelmek, kadınlar için sosyal yaşamın bitmesi sonucunu getiriyor. İşsiz kalma endişesi ise geleceğe dair plan yapmayı engelliyor ve kadınların ifadesiyle kimse “önünü göremiyor.”
Rapora göre, kriz, işsizlik, yoksullaşma ve işsizlik korkusu çoğu kere aile içine bir mutsuzluk ve umutsuzluk atmosferi yaratıyor. İşten atılma ihtimali aileler içinde bir endişe ve korkuya neden oluyor. Bu ise aile içi ilişkileri yıpratıyor.
Krizde ücretsiz kadın emeği üzerine yeniden düşünmek
Raporda altı sıklıkla çizilen konulardan biri, ev içi karşılıksız kadın emeğindeki değişimlerle ilgili. Buna göre temel ihtiyaçları karşılamak için sürekli maliyet hesapları ve kısıtlamalar yapmak, örneğin bir gıda maddesi için bile birkaç market dolaşıp en ucuzunu bulmaya çalışmak; ev içi tüketime sürekli dikkat etmek gibi durumlar kadınların karşılıksız ev içi emeği üzerindeki baskıyı ve basıncı artırıyor. Örneğin kadın işçilerden biri “Yetirmek için sürekli hesap yapıyoruz. Profesör olduk” diyerek krizde “kafa yorgunluğunun” arttığını ifade ediyor. Rapor, piyasadan alınan tüketim ve hizmetlerin azalmasının kaçınılmaz bir şekilde bu ihtiyaçların ev içinde her zamankinden daha fazla kadınlar tarafından karşılanmasını gerektirdiğine vurgu yapıyor. Aynı şekilde kriz döneminde çocuk bakımının da kreşlerden ziyade artık daha fazla evdeki başka kadınlar tarafından üstlenildiği görülüyor. Kadınlar krizde hayatta kalma stratejisi olarak her şeyde kısıtlama yapmanın yanı sıra, aileden daha fazla gıda desteği de istiyorlar. Buna göre bu durum, birçok açıdan kadınların aileye daha fazla dönmesi ve yönelmesi anlamına da geliyor.
Kriz dönemlerinde işçi sınıfının bir aracı olarak komite ve konseyler nedir, ne değildir?
İşçi Temsilcileri Konseyi Girişimi Hazırlık Komitesi adına Şahin Başaraner
28 Nisan 2019’da İzmir’de, “Kriz ve İşçi Sınıfının Çözümleri” Serbest kürsü’sünde 19 iş kolundan katılıp söz alan işçilerin önerileri ile “İşçi Temsilcileri Konseyi Girişimi” kurulmuş, söz alan işçilerin önerileri ile, 8 maddelik sonuç bildirgesi oylanmış ve orada bulunan 150’den fazla işçi tarafından onaylanmıştır. İTK Girişimi 7 Temmuz’da, serbest kürsü’de “Ne yapmalı, Nasıl yapmalı, Niçin yapmalı” üzerine tartışacak, işçi sınıfının bağımsız politikasıyla ve siyasal öncülüğüyle yol alacaktır.
Emeğin Kategorileri, Kavramsal Tutumlar ve Tutulmalar: Eleştirel Bir Deneme
Fatih Müldür
Marx, Kapital (2015)’de ve pek çok metninde kapitalist üretim ilişkilerinin eleştirisinde sık sık emeğin soyut, somut; üretken, üretken-olmayan kategorilerinden söz eder. Bu kavramsal ve kategorik çözümleme, Marx’ın yöntemsel dehâsının yanında, kuşkusuz, kapitalist üretim ilişkilerinin özgül biçimlerini, emeğin sermayenin tahakkümüne girme koşullarını açıkça göstermesindeki başarının da ifadesidir. Nitekim her biri belli bağlamlarda özgül anlamlar kazanan bu kavram ve kategoriler, emek gücünün özgül bir meta olarak nasıl sermayenin tahakkümüne girdiğini ortaya koyar. Dolayısıyla bunların mantıksal araçlar olarak Marxçı anlamıyla anlaşılıp ele alınması, kapitalist üretim ilişkileri karşısında tavır alan herhangi bir sınıfsal mücadelenin de önkoşuludur. Bu bakımdan kapitalist toplum içinde ortaya çıkan benzersiz emek süreçlerinin değer ve artık-değer üretimini nasıl mümkün kıldığını, emeğin ve emek kategorilerinin Marx’ın ifade ettiği biçimiyle neye karşılık geldiğini ortaya koymak önemlidir.
Marx’ın da işaret ettiği üzere, emeğe, mantıksal bir soyutlama olarak en genel ve en basit anlamıyla, insanın doğayla metabolik ilişkisi denilebilir. Üretim tarzından bağımsız ve insanın biyolojik bir varlık olmasından kaynaklı bir zorunluluk olarak emek, tarihin “canlı, biçim veren ateşi”dir (Marx, 2013: 253). Ancak insan hep belirli bir toplumsal biçim içinde yaşar; genel bir yaşayışı yoktur ve bu nedenle de doğayla bu metabolik ilişki, belirli üretim ilişkileri içinde belirli biçimlerde gerçekleşebilir. Dolayısıyla üretim ilişkilerinden ayrı genel bir emek kavramından söz etmek yerine, herhangi bir üretim ilişkisi içindeki emekten ve onun biçimlerinden söz etmek gerekir. Bu nedenle de kapitalist üretim ilişkileri içinde emek, kapitalizm öncesi emekle aynı şeyi ifade etmez. Zira bu üretim ilişkileri içinde, diğer her şey gibi, insan emeği de özgül bir karaktere bürünür. Kendisinden önceki biçimlerinden farklı olarak kapitalizmde emek, sermayenin var olma koşulu, “sermayenin bir kişileşmesi” ve “değişken sermaye olarak olumsuz biçiminde olsa dahi bizzat sermayenin kendisi” (Azeri, 2019) olarak ortaya çıkar. Bu nedenle de sermayenin Marxçı eleştirisi “emek içinden değil; bizzat (kapitalist) emeğe yöneltilen bir eleştiridir” (Azeri, 2019; Postone, 2003). Ne var ki emeğin bu benzersiz süreçlerinin ve kategorilerinin anlaşılamaması/yanlış anlaşılması yaygın durumlardır.
Bunlardan ilki emeğe yüce bir karakter atfetmektir. Marx, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin Gotha programının “Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır” biçimindeki ilk cümlesini “burjuva lafazanlığı” (Marx, 1989) olarak nitelerken bizzat emeğin “doğa-üstü yaratma gücü” olarak düşünülmesine karşı çıkar. Zira doğa-üstü “yüce” bir yaratma gücü olarak düşünüldüğünde emek, onun nesnel koşullarına (üretim araçlarına) sahip olanlar karşısında kendi emek-gücünden başka hiçbir şeye sahip olmayanların sömürülmesinin garantisi haline gelir (Marx, 1989). Buna karşılık emek kadar doğa da zenginliğin kaynağıdır. İnsan doğayı manipüle ettiği ölçüde emek, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla da servetin kaynağı olabilir (Marx, 1989). Bunun yanında servet ile kapitalist servetin aynı görülmesi de bir sorundur. Zira Marx’ın, daha sonra Kapital’de yapacağı eleştiri bununla ilgilidir. Kapitalist emek servetin değil; değerin biricik kaynağıdır; değer ise servetle aynı şey değildir. Değer kapitalist servetin toplumsal biçimidir.
Diğer bir durum da emeğin kategorilerinden ilkin emeğin soyut karakterinin ya geleneksel “soyut” kavramıyla ilişkili olarak “zihinsel” bir kategori ya da mübadele alanında ortaya çıkan bir durum olarak anlaşılması; ikinci olarak da üretken emeğin sermaye için üretkenliğinin özgül koşullarının anlaşılmaması ya da enikonu genel bir üretkenlik olarak anlaşılmamasıdır.
İlk durum hem soyut emek ile mübadele, hem de soyut ile zihinsel ilişkisi bakımından genellikle kavramsal bir soruna dönüşür ve çoğunlukla soyut sözcüğünün geleneksel algısına göre yorumlanır. Zihin Emeği Kol Emeği (2011) adlı kitabında Alfred Sohn-Rethel’in soyut emek (bununla bağlantılı olarak zihinsel emek) söz konusu olduğunda geleneksel ikici bakışlarda bulunan bir ikilikten zaman zaman kaçamadığı görülür.
İkinci durum ise üretken emek ile üretken sözcüğü arasında sözcük bazında kurulan ilişki sonucunda, üretken emeğin bağlamından ve koşullarından ayrı yorumlanmasına, dolayısıyla da hangi emeğin üretken olup olmadığı üzerinden gerçekleşen bir sınıflandırma tutumuna varılması, üretken sayılan emek türlerinin yüceltilmesidir. Ev içi emek bağlamında Dalla Costa (1975), MacKinnon (2015) gibi feministlerin üretken emek tartışmaları bu durumu örnekler.
Oysa Kapital’de pek çok yapıtında Marx, soyut ve somut veya üretken ve üretken olmayan emek gibi mantıksal ayrımları emeğin üretim ilişkileri içinde değer üretimi durumuna göre farklı yönlerini gösterme amacıyla yapar. Buna göre somut emek, emeğin faydalı kısmını, soyut emek tekil kişilerin olmayan ancak tekil kişiler üzerinden gerçekleşen soyut zaman cinsinden ifade edilen genel toplumsal emeği ifade eder. Bu soyutluk, “zihinsel” değil, bireyselliğinin genel toplumsallığa dönüşmesi anlamında toplumsal soyutluktur. Üretken emek ise üretkenlik kavramına indirgenmemekle birlikte, sermayenin biçimsel ve gerçek tahakkümüne girerek onunla mübadele edilen ve dolaysıyla da üretim sürecinde bizzat sermaye tarafından tüketilip artık-değer üreten emektir (Hikmet, 1985). Dolayısıyla üretken ve üretken-olmayan emeğin artık-değer üretimine göre ayrılması üretken emeğin kutsanması, üretken-olmayan emeğin aşağılanması için değil (Hikmet, 1985); hangi emeğin sermaye açısından üretken olduğunun ortaya konulmasıdır. Kaldı ki Marx, üretken işçi olmanın bir talih değil; bir lanet olduğunu söyler (2015: 486).
Emeğin ve emek kategorilerinin doğru formülasyonu, kuşkusuz, sadece kavramsal bir tartışmaya indirgenemez. Hikmet (1985)’in belirttiği gibi “Bu kategorilerin kesin biçimde formülasyonu Marx’a burjuva sınıfının servetinin, kârının ve ‘sermayenin üretici gücü’nün kaynağını açığa çıkarma olanağını vermenin yanı sıra endüstriyel (üretici), ticari ve finans sermayeleri dâhil sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki farkları ve bunların karşılıklı ilişkilerini doğru biçimde çözümlemesini sağlar. Bunun yanı sıra Marx […] proletaryanın içsel bölümlemelerini ve sermayenin işçi sınıfının farklı kesimleriyle çeşitli biçimlerde siyasal ve ekonomik karşılaşmasını çözümlemek üzere işlerli kuramsal bir araç sağlar.” Dolayısıyla Marx’ın bu mantıksal-kavramsal çözümlemelere başvurma amacı, kapitalist üretim ilişkilerinin koşullarını ve buna bağlı olarak ondan kurtulmanın mantıksal-politik-ekonomik araçlarını ortaya koymak; kendi sınıfının sözcüsü durumunda olan geleneksel politik ekonomicilerin dillendirdikleri biçimiyle bu bilimin bizzat mevcut üretim ilişkilerini yeniden üretmeye dönük bir çaba olduğunu göstermek ve sınıf mücadelesinde sermaye karşısında alınacak tutumun yolunu çizmektir. Dolayısıyla da bu kavram ve kategorilerin doğru formülasyonu sınıf mücadelesi açısından olmazsa olmazdır. Nitekim bu kavramların yanlış anlaşılması, kapitalizme karşı geliştirilecek bir mücadelenin dinamizmine halel getirmekten kaçamaz.