KBK2018_Afis01

Bildiri Çağrısı

Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar

Theodor Adorno

13. Karaburun Bilim Kongresi


“ne yapmalı”


5 – 9 Eylül 2018

Karaburun – İzmir


V. İ. Lenin 1901 yılında yazıp bir yıl sonra yayımladığı Ne Yapmalı kitabında Rusya’daki işçi sınıfı hareketinin “yakıcı sorunlar”ını saptamıştı. Sorunları belki her zamankinden ve her yerdekinden daha “yakıcı” hisseden Türkiye koşullarında, sosyalizm tarihinin bu kült metnine dönüp baktığımızda görüyoruz ki orada tartışılan sorunlar hâlâ bütün yakıcılığıyla sosyal ve siyasal yaşamımızın her bir alanına değiyor.

 

Ne Yapmalı’da her şeyden önce devrim sorunu tartışılır ve reformcu çözümlere karşı toplumsal ve siyasal bir köklü dönüşüm önerilir; devrim koşulsuz çağrıdır. Ne Yapmalı’nın diğer önemli başlığı örgüt sorunudur. “İşçi sınıfının eseri” olacak ve devrimi yönlendirecek bir mekanizma üzerine düşünen Lenin, çözümü Fransız İhtilali’nden itibaren siyasetin giderek daha çok merkezine oturan partilerde bulur ki bu aygıt takip eden bir yüzyıldan uzun bir süre boyunca sosyalist örgütlenmenin paradigması haline gelecektir. Diğer taraftan aydınları devrime emekçi sınıfların tarihinde hiç olmadığı kadar güçlü bir akıl yürütmeyle bağlar Lenin; böylece önderlik ve aydınlar sorununa da çalışmasındaki sorunlar arasında yer verir. Nihayetinde, yayın sorununu odağa alır ve kolektif bir bilinç üretiminin ve örgütlemenin aracı olarak işlev görecek bir yayın organı önerir.

 

Evet, zamanın şimdisinde Lenin’in devrim çağrısı her zamankinden daha yakıcı ve gerçek bir talep; hem de dünya devrimlerinin uzun süredir gündemde olmadığı, devrimin “bir ihtimal” olarak bile toplumsal duygu-durumun kıyısına yaklaşmadığı bir “karanlık dönem”de… Ve Lenin haklıdır; devrim çağrısı mantıksal bir zorunlulukla örgüt sorununu koyar düşünmenin önüne. Dünyanın her köşesinde devrimci hareketler kendi içeriğine uygun biçimler ve siyasal yapılar inşa ederek cevap verirler bu çağrıya. Yine biliyoruz ki yaklaşık yüz yıldır dünyanın her köşesinde üniversite içinden ya da dışından kendi sözünü söyleyebilme yürekliliğini gösterebilmiş aydınlar devrimci siyasetin kimi zaman içeriden kimi zaman dışarıdan bilinç üreticisi/taşıyıcısı oldular; öncünün pratiklerini belirlemek ya da belirlenmiş pratikleri teorileştirmek/dillendirmek için… 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra ülke tarihinin en kapsamlı baskı ve kovuşturmalarıyla karşı karşıya olan akademisyen ve aydınlara yapılanlar söz konusu tartışmaların yalnızca 117 yıl önceki tüm bileşenlerine değil çok daha fazlasına…

 

Ve evet, bugünden bakıldığında “Ne yapmalı” gibi “büyük ve felsefi” bir soruya “bir dergi çıkarmalı” şeklinde “küçük ve pragmatist” bir cevabın verilmesi belki garip gelebilir. Lakin artık her veçhesi devasa bir kitle iletişim ağı tarafından kuşatılmış günümüz toplumunda, adeta bir “iletişim kapitalizmi” çağında Lenin’in çok erken bir çağda medyaya atfettiği önemin öngörüsünü anlamak çok daha mümkündür; hele ki yüzlerce gazetecinin cezaevlerine doldurulduğu, sosyal medya kovuşturmalarının artık herkesi hedeflediği, medyanın tüm niteliğini ve özerkliğini yitirdiği bir zamanda. Ne Yapmalı’daki tüm bu sorunlar baki ve kongremizde 100 yılı geçen bir zamandan beri dolayımlanmış oldukları yeni biçimlerle tartışılacak elbet.

 

Ancak, tüm bu meseleleri Lenin’in Ne Yapmalı’sından hareketle günümüze taşımaya çalışırken elbette somut durumun somut tahlilinden yola çıkmak gerekiyor. Nitekim 1901’den günümüze hem sermaye ve devlet hem de bunların karşısında yer alan devrimci hareketler bir dizi yeni nitelik ve yeni belirlenimler aracılığıyla karakterize olmuş durumda. Bugün, sermayenin ve devletin gündelik yaşamlarımızın en küçük “an”larına bile sızdığı, onları kendi formunda yeniden ürettiği bir egemenlik biçimiyle karşı karşıyayız. Devlet, çıplak ve saf varoluşundan asla imtina etmeden (ve bu özelliğini oldukça da güçlendirerek) ancak artık bunun çok ötesinde dolayımlanmış bir varoluşa sahip. Dünya devrimci hareketi böyle bir devlet olgusu karşısında elbette cin çarpmışa dönmedi. Belki hafifçe sendeledi; lâkin bulunduğu her alanda olabildiğince cepheden, ama çok zamanda göğüs gerdiği şeyle ilişkisinde lokalize olarak devletin çok zamandır görünmez kılınmış yayılımını görünüşe ve bilince çıkardı. Karşı koyduğu her alanda doğal ve/veya veriliymiş gibi gözükeni tersine çevirdi; parça parça da olsa umudu canlı tuttu.

 

Türkiye son birkaç yıldır sürekli bir çalkantı halinde… Ancak, çalkantının her dalgası enerjisini kaybederek, azaltarak durulma yerine, tam tersine iç içe geçmiş, karmaşık, neredeyse bir sonrakinin ne olacağının kestirilemeyeceği şiddetli yeni dalgalar üretiyor. Bir taraftan iktidar 2017 referandumunun da verdiği ivme ile gün geçtikçe ağırlığını artırarak, çapını genişleterek istibdadını güçlendiriyor. Diğer taraftan genişleyen, büyüyen bu istibdattan nasibini alanlar var: Daha adı geçerken grevleri yasaklanan işçi sınıfı; ölümlerinin sıradanlığın parçası haline getirilerek gömülmeye çalışılan kadınlar; kadın ve erkek dikotomisine dayanan bir cinsiyet rejiminde “dışarıda kalanlar”; her gün daha fazla emekleri sömürülen ve dahi şiddete, tacize, tecavüze uğrayan çocuklar; bir yandan yakılmış, yıkılmış, talan edilmiş coğrafyalarında ve mekânlarında nefes almak için çırpınırken diğer yandan özellikle siyasi kanalları ümüğüne kadar sıkılan Kürtler, komünistler, sosyalistler ve devrimciler; savaşın yıkımı ile yaşamları boyunca hiç görmedikleri suyun kenarlarına cesetleri vuran mülteciler; sadece cezaevlerindeki on binler değil hayatları tek tipinin cenderesine sokulmaya zorlanan milyonlar Türkiye’nin  Guernica tablosunun birer parçası haline gelmiş durumda.

 

Lâkin insanlık tarihi tüm yakıcılığına rağmen dayatılan bu tür yıkım ve baskı tablolarının dışarısına çıkmak için verilen mücadelelerle doludur. Tarih, defalarca, hiçbir istibdat döneminin ömrü billah sürmediğini ve en karanlık dönemlerden sonra dahi tüm gücüne rağmen totaliter rejimlerin sayısız coğrafyada er ya da geç sonlandığını yazar. Hakikatin dahi dillendirilemediği, yaşam alanlarımızın çepeçevre kuşatıldığı, toplumsal muhalefetin soluk alma olanaklarının alabildiğine yok edilmeye çalışıldığı günümüzde yan yana gelerek geçmişin mücadele mirası ve bugünün nesnel koşulları üzerinden inatla yeniden ve yeniden örmeye koyulacağımız mücadele hattı, geleceğin inşasında ibreyi emekçi sınıflar lehine çevirecektir. 117 yıl önce Lenin’in tarihi metininin başlığındaki “Ne Yapmalı?” sorusuna bugünden bakarak beraber düşünmeyi, yanıt aramayı arzuladığımız Kongremiz ise söz konusu metnin ilk halinin başlığı olan “Nereden Başlamalı” sorusuna belki de bugün için bir cevap olacaktır.

 

Karaburun Bilim Kongresi olarak 2006’dan bu yana çağrısını yaptığımız temaların hiçbiri bu yılki kadar normatif olmamıştı. Her yıl, yaşamlarımıza değen temel bir sorunsalı ana tema olarak ilân edip ağırlıkla bunun etrafındaki leitmotif’leri de kapsamaya gayret ettik. Memleketin ve üniversitenin ve tüm diğer yaşam alanlarımızın içinde bulunduğu koşullarda sizleri aşağıdaki kapsam kısmında tanımlamaya çalıştığımız konular hakkında “ne yapmalı” sorusuna yanıt aramaya davet ediyoruz; çünkü “Kavram” hakkını arar.


Düzenleme ve Bilim Kurulu üyemiz, hocamız, yoldaşımız Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun rehin alınmasının yarattığı öfkeyle;  kendisinin bizlere zindanların arkasından dahi olsa her zaman bulaştırdığı cesaret, coşku ve umutla…

 

Her yıl olduğu gibi, “bu davet bizim”…

KBK2018_Afis01KBK2018_Afis02

  

kongrekaraburun

Bu yıl on ikincisini düzenleyeceğimiz Karaburun Bilim Kongresi’nin ana temasını “17’den 17’ye…” olarak belirledik. Bilim tarihi, baskı dönemlerinde üniversitelerin gerçek bilimsel ilerleme ve eleştirel düşünceye kapılarını kapattıklarını ve -özellikle sosyal bilimler alanında- iktidarın hegemonik söyleminin dışında bilgi üretmenin giderek güçleştiğini bizlere öğretti. Ancak, yine aynı tarih, böylesi dönemlerde eleştirel düşüncenin kendine birçok yeni mecralar yaratmasının örnekleriyle de doludur. Bu nedenle, hatırlanacağı üzere, 2006 yılında düzenlediğimiz ilk Kongre’den başlayarak “iktidar teması ve sorunsalı” ile “bilgi üretimi” arasındaki çatışma sürekli olarak Karaburun Bilim Kongresi’nin odağında yer aldı. Bu yıl özelinde bu gerçekliğin ülkemizin toplumsal pratiğinde yeni bir aşamaya geldiği çok açık…

 

15 Temmuz sonrasında bir yandan anayasal, meşru muhalefet odaklarının bir kısmı tasfiye edilirken diğer yandan da geride kalanlara yönelik kapsamlı bir yıldırma süreci işletilmektedir. Türkiye üniversiteleri de hem insanlık hem de kendi tarihinde örneğine az rastlanılacak cinsten yaygın ve yoğun bir saldırıyla, kelimenin tam anlamıyla bir yıkım süreciyle karşı karşıya: Binlerce ilerici, demokrat ve aydın tarif edilmemiş suçlamalarla okullarından, üniversitelerinden atılıyor, sokaklarda dövülüyor, tutuklanıyor ve sayısız hukuksuzluğa maruz bırakılıyor. Ancak, biliyoruz ki bilgi üretimi üniversitelerin duvarları arasına hapsedilememiştir ve hapsedilemeyecektir. İktidarın ulusal ve/veya uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmayan olağanüstü hal kararnameleriyle ülkeyi sonsuza dek yönetemeyeceği ve bu devranın eninde sonunda döneceği ortadadır. Nasıl ki Karaburun ve daha pek çok alan bizimse üniversiteler de bizimdir. Bu yıl tarihin bize hatırlattığı başka sorumluluklarımızın yanı sıra sizlerle paylaşacağımız öncelikli gündemlerimizden biri elbette Türkiye akademisinde yaşanan bu kurumsal yıkım ve toplumsal kıyımdır. Bu bağlamda, okullarından, üniversitelerinden atılmış tüm ilerici, aydın, devrimci yürekleri Karaburun’un düşünce sofrasına katkıda bulunmaya bekliyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Yine bu yıl, Büyük Devrim’in yüzüncü yılı… İnsanlık tarihinin devrimci öznesi olan emekçi sınıfların tarih sayfasına işlediği kanaviçenin, Ekim Devrimi’nin, yüzüncü yılı… Geride bıraktığı yüz yıl boyunca, bu kanaviçenin özü olan işçi sınıfının devrimci rolü ve bugün geldiğimiz aşamada sahip olduğu özellikler çokça tartışıldı. Biliyoruz ki kriz anları aynı zamanda birer karar ve dönüşüm anlarıdır da. Dünya ve Türkiye elbette böylesi bir süreçten geçiyor. Bu nedenle bu Büyük Devrim’in yüzüncü yılında devrimi ve devrimci potansiyeli yeniden tartışmaya açıyor; dünün mirasında bugünün pratiğini sizlerle tartışmak istiyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Qui si convien lasciare ogni sospetto
Ogni vilta convien che qui sia morta.

 

Burada bütün kuşkular kovulsun

Ve burada her türlü korku yok olsun

 

Dante, İlahi Komedya

 

 

Hiç kuşkusuz Ekim Devrimi, diğer pek çok kaynağın yanı sıra en önemli teorik dayanaklarından birini Marx’ın Kapital’inden alır. Bu yıl, Kapital’in de basımının 150 yılı… Toplumsal ve sınıfsal muhalefet potansiyellerinin iğdiş edildiği; kendini iktidar odaklı örgütleyemeyen günümüz parçalı muhalefet yapıları uzun tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Yine biliyoruz ki gelecek, iktidar karşısında muhalefetin kendi potansiyelini gerçekleştirme biçimleri ile belirlenecektir. Bu nedenle, Kapital’in izinde toplumsal muhalefetin ve onun devrimci özünün teori ve pratiğini yine ve yeniden tartışmaya açmak istiyoruz. 150 yılın ardından bugün için Marx ve Kapital gündemiyle de sizleri Karaburun Bilim Kongresi’ne davet ediyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Karaburun Bilim Kongresi’ni, Türkiye muhalefetinin desteği ve dayanışması ile on iki yıldır düzenliyoruz. Her yıl Türkiye ve dünya gündemine uzak kalmama iradesini göstererek söz konusu dayanışmayı bilgi üretimi açısından ortaya çıkarmaya çalışıyor ve yine her yıl olduğu gibi bu yıl da “içeriğin lafı aştığı” bir toplumsal muhalefeti örmeyi umuyor ve amaçlıyoruz. Bunu Gezi’de yaşadık, bir daha neden olmasın? Öyleyse, Ezop’un söylediği ve Marx’ın yorumladığı gibi:

 

hic Rhodus, hic salta!

hünerimizi göstermenin zamanıdır!