kongrekaraburun

Bildiri Çağrısı

Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar

Theodor Adorno

 

14. KARABURUN BİLİM KONGRESİ

 


 

SINIF MÜCADELESİ

 

krizler ve çıkışlar

 


4 – 7 Eylül 2019

Karaburun – İzmir

 

“İnsan olmak; gerektiğinde tüm hayatını,

neşeyle ‘kaderin terazisine’ fırlatmak demektir;

ama her daim, her güneşli günde, her güzelim bulutta

bayram sevinci yaşamaktır”

Rosa Luxemburg, 28 Aralık 1916


 

Kapitalist birikimin krizi sınıf mücadelesinin yatağıdır.

Doğal ve toplumsal varoluşun tüm çeperlerinin “muazzam bir meta yığını” olarak kendini gösterdiği kapitalist toplumda, kriz, kaynağında kalmaz. Değişim değerinin uzandığı en derin yerlere kadar ulaşır ve kendini çok çeşitli metalaştırma biçimlerinde gösterir.

Burjuva iktisadının kendi yasalarıyla işleyen diğer alanlardan yalıtılmış “saf bilim” olduğu çarpıtması, artık burjuva iktisatçıları tarafından bile güç kabul görüyor. Sermaye, toplumu, bireyi, doğayı, kentleri kendi var oluşunun sürekliliği için metalaştırıp kâr maksimizasyonuna tâbi “nesne”lere dönüştürüyor. Başta devlet olmak üzere sayısız denetim ve disiplin mekanizması, bugün hiç olmadığı kadar sermayenin emrine amade kılınmakta. Bir yandan emeğin en ufak bir hak arayışında kolluk kuvvetlerinin şiddetinden bölgesel savaşlara kadar zor aygıtlarını harekete geçirmekte diğer yandan halkların binlerce yıldır geliştirmiş olduğu bilişsel kapasiteyi en alta indirmek pahasına rıza üreten ideolojik argümanlar kullanmakta. Hem zor aygıtlarının hem de rıza üreten mekanizmaların kullanımının dozunu artırdığı kriz dönemleri ise, sermayenin bugüne kadar kendisinin yeniden üretimini, dolaşımını ve işleyişini kolaylaştıran yönetim ve tahakküm biçimlerinin bile yeniden yapılandırıldığı dönüşüm ve kırılmalarla kendini gösteriyor. Kongremiz boyunca hem bu dönüşüm ve kırılmaları hem de onların sirayet ettiği alanları görünür kılacak tartışmalar yapılmasını umuyoruz.

Kendini ister üretim, yeniden üretim ister dolaşım alanında göstersin, sermayenin kendi yapısı ve işleyişine dair krizlerini aşma yönündeki denemeleri, eğer işçi sınıfının güçlü bir direnci ile karşılaşmazsa yaşamımızın daha fazla işgale uğramasıyla sonuçlanıyor. Marx’a referansla “kendi suretinden yaratmış olduğu dünya” ile sermayenin genişleyen sınırlarına, insanlığın ve doğanın diğer tüm bileşenlerinin daralan dünyası eşlik ediyor.

Bir egemenlik biçimi olarak sermaye, kendi tahakkümünün sürekliliğini sağlayabilmek için iki yönde hareket ediyor: Kesintisiz bir zamansal ve uzamsal “işgal” bu hareketlerden ilki. Klasik sömürgeciliğin zora dayalı işleyişinden neo-liberal “yeni sömürgeciliğin” gündelik hayatın tüm ayrıntılarına kadar sızan metalaştırma ve o hayatı sermayenin devinimine göre ayarlama amacındaki denetim ve disiplin, ikili hareketin ilk formunu oluşturuyor. İkinci olarak zamansal ve uzamsal yayılımının sınırlarına dayanan hareket, kendinin yeniden üretimini sağlamak için eskinin sınır olarak belirlediği zamansal ve uzamsal belirleyenleri yeniden tanımlamak, sınırı daha da ileriye itmek zorunda kalıyor. Tam da bu tartışmalarla ilgili olarak katlinin yüzüncü yılında Rosa Luxemburg’u özel bir oturumla anmak istiyoruz.

Ücretlerin düşürülmesi, toplumsal çalışma zamanının ve mutlak artı-değerin artırılması gibi klasik ama vazgeçilmez bir temelden başlayan kapitalizmin kendi krizleri içinde kendini yeniden yapılandırma hamleleri, göreli artı-değeri artıracak yeni üretim ve yönetim biçimlerinin ortaya çıkmasıyla devam ediyor. Eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin ve kamusal mülkiyet olarak tanımlanabilecek coğrafyanın özel mülkiyete dönüştürülmesinden kentlerde ortak yaşam alanlarının sermaye tarafından içerilmesine, çocuğun sermaye için muazzam bir piyasa haline gelmesini sağlayan fetişleştirilmesinden, cinsiyetin çoklu ve sınırlanamaz, olanak halindeki varoluşunun dikatomik bir karşıtlık içinde sermayenin ihtiyaç duyduğu kurumsal yapıların içinde sınırlandırılmasına, devletin çıplak bir biçimde sermaye ile olan örtüşmesinin tamamlanmasından kolluk kuvvetleri olarak adlandırılan kurumların devletin faşizan iç savaş aygıtlarına dönüşmesine ve benzer şekilde sermayenin genişleyen yayılımına tanıklık ediyoruz.

“Krizler” sermayenin bu genişleyen çeperini kurarken “çıkışlar”, sınıf mücadelesinin karşıt kutbunun, işçi sınıfının mücadelesinin yükselişini içeriyor mu? Sermayenin bu genişlemesine işçi sınıfı karşılık verebiliyor mu?

Parça parça, birbiriyle bağlantılı ya da bağlantısız, direniş odaklarının artığını ve çıkış çabalarının yükseldiğini görüyoruz; kâh bir havalimanının inşaatında kendini gösteriyor kâh da bir vincin tepesinde. Kimi zaman Meclis demirlerine kendini zincirliyor her şeyi göze alıp kimi zaman da Flormar’ın kapısından ayrılmıyor. Mediamarkt’ta ve Metro’da ayları devirip yıla dayanıyor direnişler. Toplumsal cinsiyet rollerinin katı biçimlerine karşı, “kadın” kavramını yeniden üretmek için asla vazgeçmeyenleri de görüyoruz sokakta, bir transseksüelin Onur Yürüyüşü’ne katılmak için sokak sokak barikatı zorlayan iradesini de. Eskinin makbul meslek sahipleri yeninin proletaryasının niteliklerine sahip mühendisler, doktorlar, avukatlar da büyük bir çabayla oluşturulmuş örgütlülüklerinin merkezî kurumlarına yönelik saldırılara karşı koymaya çabalıyor orada burada ya da cübbesini polisin önüne sererken Mülkiye’de.

Açıktır ki sınıf mücadelesinin parçalı yapısından bahsederken farklı yerlerde ve zamanlarda sınıfın belirgin yüzü olarak gözüken ayrı düşmüş direnişlerden daha farklı bir durumu kastediyoruz. Sermaye ile emeğin karşı karşıya geldiği, üretim, yeniden üretim ve dolaşım alanlarının sınırları, yaşamın tüm alanlarını da içerecek biçimde genişleyince tüm bu alanlardaki tekil “çıkış” arayışları, işçi sınıfının yeniden konsolide edilmesi gereken değişen yapısına işaret ediyor. Gündelik hayatın çok sıradan rutinlerini ve insanlığın binlerce yılda geliştirmiş olduğu ortak başarılarını ve kazanımlarını sahiplenmek dahi mücadele gerektiren başlıklar oluyor.

Mücadelenin bu çoklaşma ve genişleme gösteren yapısı içinde sınıf mücadelesi merkeziliğini kaybetmek şöyle dursun, hem “kriz”i anlamak hem de mücadele etmek için teoride ve pratikte daha belirgin hale gelmiştir. Sermayenin yayılma ve bulaşma hareketiyle “sınıf”ın bu zamana kadarki kapsayıcı çeperi genişlemiştir.

Bugün dünyanın birçok yerinde insanlar, işçi sınıfı mücadelesinin doğal müttefiki olarak doğaya, kentlere sahip çıkıyor; emperyal militarizme siper oluyor; özgürlük arayan halklar oluyor veya onlarla dayanışıyor… Mücadele kadın kimliğinde umut oluyor…

Sınıf mücadelesini, aynı zamanda siyasetin krizi olarak da ele almak gerekiyor. Bir taraftan ekonomik krizler derinleşirken diğer taraftan sendikaların, sosyalist politikanın mücadele gücü zayıflamış durumda. Hâl böyle olunca sınıf mücadelesi kendiliğinden sarı bir yelekle sokağa fırlıyor ya da bir parkın içine çadır kuruyor veya on binler olup canhıraş imparatorlukların sınırlarını zorluyor.

Karaburun Bilim Kongresi düzenleme kurulu olarak genel bir çerçevesini yukarıda çizmeye çalıştığımız “Sınıf Mücadelesi: Krizler ve Çıkışlar” temasını sizlerle beraber tartışmak ve kesintisiz bir bilgi üretim sürecinin kurumsal ve kuramsal zeminini oluşturmak istiyoruz.  

Her yıl olduğu gibi, “bu davet bizim”…

 

  

kongrekaraburun


Bu yıl on ikincisini düzenleyeceğimiz Karaburun Bilim Kongresi’nin ana temasını “17’den 17’ye…” olarak belirledik. Bilim tarihi, baskı dönemlerinde üniversitelerin gerçek bilimsel ilerleme ve eleştirel düşünceye kapılarını kapattıklarını ve -özellikle sosyal bilimler alanında- iktidarın hegemonik söyleminin dışında bilgi üretmenin giderek güçleştiğini bizlere öğretti. Ancak, yine aynı tarih, böylesi dönemlerde eleştirel düşüncenin kendine birçok yeni mecralar yaratmasının örnekleriyle de doludur. Bu nedenle, hatırlanacağı üzere, 2006 yılında düzenlediğimiz ilk Kongre’den başlayarak “iktidar teması ve sorunsalı” ile “bilgi üretimi” arasındaki çatışma sürekli olarak Karaburun Bilim Kongresi’nin odağında yer aldı. Bu yıl özelinde bu gerçekliğin ülkemizin toplumsal pratiğinde yeni bir aşamaya geldiği çok açık…

 

15 Temmuz sonrasında bir yandan anayasal, meşru muhalefet odaklarının bir kısmı tasfiye edilirken diğer yandan da geride kalanlara yönelik kapsamlı bir yıldırma süreci işletilmektedir. Türkiye üniversiteleri de hem insanlık hem de kendi tarihinde örneğine az rastlanılacak cinsten yaygın ve yoğun bir saldırıyla, kelimenin tam anlamıyla bir yıkım süreciyle karşı karşıya: Binlerce ilerici, demokrat ve aydın tarif edilmemiş suçlamalarla okullarından, üniversitelerinden atılıyor, sokaklarda dövülüyor, tutuklanıyor ve sayısız hukuksuzluğa maruz bırakılıyor. Ancak, biliyoruz ki bilgi üretimi üniversitelerin duvarları arasına hapsedilememiştir ve hapsedilemeyecektir. İktidarın ulusal ve/veya uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmayan olağanüstü hal kararnameleriyle ülkeyi sonsuza dek yönetemeyeceği ve bu devranın eninde sonunda döneceği ortadadır. Nasıl ki Karaburun ve daha pek çok alan bizimse üniversiteler de bizimdir. Bu yıl tarihin bize hatırlattığı başka sorumluluklarımızın yanı sıra sizlerle paylaşacağımız öncelikli gündemlerimizden biri elbette Türkiye akademisinde yaşanan bu kurumsal yıkım ve toplumsal kıyımdır. Bu bağlamda, okullarından, üniversitelerinden atılmış tüm ilerici, aydın, devrimci yürekleri Karaburun’un düşünce sofrasına katkıda bulunmaya bekliyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Yine bu yıl, Büyük Devrim’in yüzüncü yılı… İnsanlık tarihinin devrimci öznesi olan emekçi sınıfların tarih sayfasına işlediği kanaviçenin, Ekim Devrimi’nin, yüzüncü yılı… Geride bıraktığı yüz yıl boyunca, bu kanaviçenin özü olan işçi sınıfının devrimci rolü ve bugün geldiğimiz aşamada sahip olduğu özellikler çokça tartışıldı. Biliyoruz ki kriz anları aynı zamanda birer karar ve dönüşüm anlarıdır da. Dünya ve Türkiye elbette böylesi bir süreçten geçiyor. Bu nedenle bu Büyük Devrim’in yüzüncü yılında devrimi ve devrimci potansiyeli yeniden tartışmaya açıyor; dünün mirasında bugünün pratiğini sizlerle tartışmak istiyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Qui si convien lasciare ogni sospetto
Ogni vilta convien che qui sia morta.

 

Burada bütün kuşkular kovulsun

Ve burada her türlü korku yok olsun

 

Dante, İlahi Komedya

 

 

Hiç kuşkusuz Ekim Devrimi, diğer pek çok kaynağın yanı sıra en önemli teorik dayanaklarından birini Marx’ın Kapital’inden alır. Bu yıl, Kapital’in de basımının 150 yılı… Toplumsal ve sınıfsal muhalefet potansiyellerinin iğdiş edildiği; kendini iktidar odaklı örgütleyemeyen günümüz parçalı muhalefet yapıları uzun tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Yine biliyoruz ki gelecek, iktidar karşısında muhalefetin kendi potansiyelini gerçekleştirme biçimleri ile belirlenecektir. Bu nedenle, Kapital’in izinde toplumsal muhalefetin ve onun devrimci özünün teori ve pratiğini yine ve yeniden tartışmaya açmak istiyoruz. 150 yılın ardından bugün için Marx ve Kapital gündemiyle de sizleri Karaburun Bilim Kongresi’ne davet ediyoruz. Gelin dostlar bir olalım…

 

Karaburun Bilim Kongresi’ni, Türkiye muhalefetinin desteği ve dayanışması ile on iki yıldır düzenliyoruz. Her yıl Türkiye ve dünya gündemine uzak kalmama iradesini göstererek söz konusu dayanışmayı bilgi üretimi açısından ortaya çıkarmaya çalışıyor ve yine her yıl olduğu gibi bu yıl da “içeriğin lafı aştığı” bir toplumsal muhalefeti örmeyi umuyor ve amaçlıyoruz. Bunu Gezi’de yaşadık, bir daha neden olmasın? Öyleyse, Ezop’un söylediği ve Marx’ın yorumladığı gibi:

 

hic Rhodus, hic salta!

hünerimizi göstermenin zamanıdır!