C5 Oturumu: Kriz Hâli: Devlet, Siyaset, Birikim

6 Eylül 2019 Cuma 10:00
Yürütücü: Serdal Bahçe. Katılımcılar: Emre Erol, Yusuf Alkın,
Levent Hekim, Hülya Kendir

Yürütücü: Serdal Bahçe


Burjuvalaşma Süreci: Hong Kong’daki Kamu Konutlarının Finansallaşması ve Metalaşması

Emre Erol

Giriş

2014 yılında yayınlanan tartışmalı bir makale ile Ley ve Teo (2014) burjuvalaşma (gentrification) kavramının, burjuvalaşma süreci var olsa bile Hong Kong’daki alternatif mülk kültürü ontolojisinden dolayı kamusal söylemde yer bulmadığını öne sürdü. Aynı dergide Küresel Güney’den akademisyenler bu iddiayı eleştiren makaleler yayınladı (Cartier, 2017; Haila, 2017; Lui, 2017; Smart & Smart, 2017; Tang, 2017). Bu makalelerin ana argümanı, burjuvalaşma kavramının batıya ait bir kavram olduğu ve yerel farklılıklardan dolayı Küresel Güney’e (ve Hong Kong’a) uygulanamayacağı idi.

Bu tartışmadan esinlenerak araştırmada iki sorunun cevabını aradım. İlk soru, Hong Kong’daki Devlet Destekli Kamu Konutları’nın (ve kamu alanlarının) finansallaşma ve metalaşma sürecinin mekanizmaları nelerdir? İkinci soru, Hong Kong’daki Devlet Destekli Kamu Konutları’nın neoliberalleşme süreci, rant farklı kuramına dayalı burjuvalaşma kavramı ile ne ölçüde açıklanabilir?

Teori

Neil Smith (1979a, 1979b, 1982), rant farkı kuramıyla burjuvalaşma kavramına sistemik bir açıklama getirdi. Süreci, gelenlerin kim olduğuna ve bahsi geçen mekânı neden seçtiklerine odaklanarak açıklamayı deneyen talep odaklı yaklaşımlar yerine, sermaye hareketlerini temel alan arz odaklı bir bakış açısıyla açıkladı. Kuram  ana hatlarıyla, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının sonucu olan sermayen hareketlerine odaklanır.

Metotlar

Bu araştırmada nicel metotlar ve destekleyici olarak da nitel metotlardan faydalandım. Nicel olarak araştırmanın öncelikli kaynaklarını resmi istatistikler oluşturdu. Nüfus İstatistiklerinden (Census and Statistics Department, 2012, 2017), Konut Türüne Göre İstatistikler ile Büyük Toplu Konut İstatistikleri ve ayrıca İkinci El Devlet Destekli Kamu Konutları Satın Alanlarla İlgili Anketleri (Subsidised Housing Committee, 2004, 2006, 2008, 2010, 2012, 2014, 2016) kullandım. Hem Konut Türüne Göre İstatistikler hem de Büyük Toplu Konut İstatistikleri için Aylık Medyan Hane Halkı Geliri ve Aylık Medyan Hane Halkı Konut Kredisi ve Kredi Geri Ödemeleri verilerini kullanıldı. Ayrıca araştırmayı iki ay süren saha gözlemleriyle destekledim.

Hong Kong’daki Barınma Sorunu

Bu kısımda öncelikle Hong Kong’da konutların gelen durumuna değineceğim. Bir birikim aracı olarak kullanılan konutların, kullanım değerinden ziyade değişim değerinin ön planda tutulduğunu ve bunun sonucu olarak Hong Kong’da bir barınma sorunu olduğunu öne süreceğim. Bu durum karşısında barınma ihtiyacının karşılanması için çok önemli bir yere sahip kamu konutlarının, piyasadaki her krizden sonra piyasa lehine daha da daraldığı savını savunacağım.

Analiz

Bu kısım iki aşamada sunulacak. İlk aşamada, kamu konutlarının neoliberalleşme sürecini ve bu politikaların sonucu olarak gerçekleşen dönüşümü tarihsel açıdan, sonuçlarıyla birlikte tartışacağım. İkinci aşamada, ilk aşamada ileri sürülen savın resmi istatistiklere dayalı ölçülebilir etkilerini sunacağım. Başka bir ifadeyle, ilk kısımdaki sorulara dönecek olursak, ilk aşamada, finansallaşma ve metalaşma sürecinin mekanizmaları; ikinci aşamada, rant farkı kuramı açısından burjuvalaşma sürecinin uygulanabilirliği araştırıldı.

Analiz 1- Konutlarının Neoliberalleşme Süreci

İlk aşamanın sonucu olarak, Devlet Destekli Kamu Konutları’nın ve bu konutlarda yaşayan düşük gelirli sınıfların hayatlarını sürdürebilmesi için hayati olan kamu alanlarının, neoliberal politikalar sonunu metalaştırıldığı ve finansallaştırıldığı (Blake, 2017; Chung & Ngai, 2007; Lau, 2001, 2005), böylece kullanım değerinden değişim değerine geçişin gerçekleştiği ve potansiyel rantın tetiklendiği savını ileri sürüyorum. Her ne kadar Kiralık Kamu Konutları’nın mevcut sakinlerine satılması yoluyla kısmi özelleştirilmesi ve kamunun sorumluluğunda olan kamu konutu bakım hizmetlerinin taşeronlaştırılması burada tartışılabilir olsa da, savımı kanıtlamak için bu bölümde iki ana politikaya odaklanacağım: “Kamu Alışveriş Merkezleri’nin Finansallaştırılması” ve “Devlet Destekli Kamu Konutları’nın Metalaştırılması”.

Bu politikaların sonucu olarak, kamu konutlarında yaşayan dar gelirlilere hizmet vermesi için tasarlanan Kamu Alışveriş Merkezleri, kurulan gayrimenkul yatırım fonu aracılığıyla özelleştirilerek finansallaştırıldı. Korumacı politikaların kaldırılması ve devlet destekli banka kredilerinin devreye girmesiyle, Devlet Destekli Kamu Konutları’nın 1/5’i özel konut piyasasına aktarıldı. Böylece göreceli olarak yüksek gelirliler (orta ve üst gelir sınıfı), aslen düşük gelir sınıflarının kullanımı ve konut sahibi olması için tasarlanan kamu konutlarına yerleşti.

Analiz 2

İkinci aşamanın sonucu olarak, 2011 ile 2016 arasında verinin mevcut olduğu kamu konutlarının üçte ikisinde yaşanan göreceli yüksek aylık hane halkı geliri artışı ile burjuvalaşma sürecine işaret ederken; 2011 ile 2016 arasında Hong Kong genelinde kamu konutlarında yaşanan konut kredisi düşüşüne rağmen, verinin mevcut olduğu kamu konutlarının yarısında yaşanan konut kredisi artışı, rant farkı kuramının açıklayıcı gücünü göstermektedir. Aylık Medyan Hane Halkı Geliri ve Aylık Medyan Hane Halkı Konut Kredisi ve Kredi Geri Ödemeleri verilerini temel alarak, rant farkı kuramı açısından burjuvalaşma kavramının Hong Kong’daki Devlet Destekli Kamu Konutları’nın neoliberalleşme sürecini anlamak için faydalı bir çerçeve sunduğu savını savunuyorum.

Her ne kadar veriler için mevcut olan zaman dilimi kısa olsa da iki aşamalı analiz sonuçlarından, neoliberal politikalar sonucu serbest konut piyasasına entegre olan ve çoğunluğu serbest konut piyasasından olmak üzere, yeni gelenlerin bulunduğu Devlet Destekli Kamu Konutları ile ilgili çıkarımlar yapılabilir. Bir, Devlet Destekli Kamu Konutları’nın büyük bir kısmında göreceli hane halkı gelir artışı yaşandı. Bu durumsa, mevcut literatürde defalarca bahsedildiği gibi burjuvalaşma sürecini belirten önemli bulgulardan biridir. İki, Devlet Destekli Kamu Konutları’nın neredeyse yarısında sermaye artışı yaşandı. Yani, sermaye hareketlerini temel alarak burjuvalaşma sürecini açıklayan rant farkı kuramı, mevcut durum açısından uygun bir kuramsal çerçeve sağlıyor. Ayrıca, Çin Halk Cumhuriyeti ile sınırdaş olan bölgelerde, bölgesel çekim ve etki alanından dolayı gelir ve sermaye artışı yaşandı. İki veri türünde de yoğunlaşmadan dolayı, bu bölgenin sınır ötesi durumlardan etkilendiğin varsayılabilir, ancak bu başka bir çalışmanın konusu olmalıdır.

Sonuçlar

Çalışmada öncelikle kapitalist krizlere çözüm olarak uygulanan neoliberal politikalarla kamu konutları ve bağlı kamu alanlarında kullanım değerinden değişim değerine geçiş yaşanmıştır. Bu politikalarla toplu konutlar, barınaktan sermaye birikimi aracına dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu geçiş ile rant farkı tetiklenmiş ve finansal aygıtlar aracılığıyla sermaye hareketi gerçekleştirilmiştir. Sonuç olarak, imkânı olan toplu konut sakinleri finansal aygıtların sağladığı esnek kredilerle konutlarını serbest piyasaya geçirmiş ve orta ve üst gelirlilere, finansal aygıtların sağladığı esnek konut kredilerin yardımıyla da satmıştır. 2015 itibariyle toplu konutların beşte biri serbest konut piyasasına geçmiştir. Yapılan anketler bu sonuçları desteklemektedir. Mekânsal olarak da yapılan analizle toplu konut alanlarının üçte ikisinde gelir artışı ve yarısında konut kredisi artışı yaşandığı gösterilmiştir. Sonuçlar burjuvalaşma sürecine işaret etmektedir. Ancak, güncel burjuvalaşma çalışmalarının da belirttiği gibi kimin gittiğine veya kimin geldiğine odaklanmaktansa kalanlara ve onların yaşadıkları ve yaşayacakları zorluklara odaklanmak gereklidir. Başka bir ifadeyle, Hong Kong’daki toplu konut sakinleri açısından kötü günler daha başlamadı. Bu adaletsizliklerin arka planındaki mekanizmaları gözler önüne sermek ve bunlara karşı harekete geçmek açısından, rant farkı kuramı ve burjuvalaşma kavramı çok değerli iki araçtır.


Kriz, Emperyalist Kuşatma ve Çıkış Yolu

Yusuf Alkın

“Krizler ve “karşı” çıkışlar: Sistem karşıtı/dışı yollar: Kriz, emperyalist kuşatma ve çıkış yolu

 “Kıbrıs sorunu” olarak tanımladığımız olgu; bir yandan Kıbrıs adasının tarih boyunca doğu Akdeniz’de sahip olduğu stratejik önemi dolayısı ile diğer yandan ise özellikle son yarım yüzyılda her geçen gün daha da açık bir şekilde ortaya çıkan bölgedeki yeraltı kaynakları nedeniyle, dünya üzerindeki egemen güçlerin kontrol altında tutmaya ve kendi hegemonyalarını ada üzerinde kurmaya çalışmaları sonucunda ortaya çıkan sorunlar yumağıdır.

20’inci yüzyılın ortalarına doğru Kıbrıs adasında açık sömürge yönetimi dışında, emperyalist güçlerin kendi hegemonyalarını sürdürebilecekleri yeni yönetim modelleri devreye sokulmuştur. Ve bunun temel taşlarından birisi olan böl-yönet politikası Kıbrıs’ta devreye sokularak ada üzerinde yaşayan farklı etnik kökenlere sahip toplumlar (Türkçe, Rumca, Maronice, Ermenice, Latince vd. dilleri kullanan) arasında çatışmalar yaratılmış, ada halkları bölünerek güçsüzleştirilmiştir. Bunun sonucunda 1960’ta sözde bağımsız, gerçekte kesinkes emperyalist devletlere bağımlı bir cumhuriyet kurularak ada üzerindeki emperyalist hegemonyanın sürdürülmesinin koşulları yaratılmıştır.

Böl-yönet politikasının bir devamı olarak, cumhuriyetin kurulmasından sonra yaratılan toplumlar arası çatışmalar ve 1974 Yunan faşist cuntası darbesi ile TC askeri işgali sonucunda, ülke halkları coğrafik olarak da bölünmüş, adanın güney yarısı Yunanistan, kuzey yarısı ise TC devleti üzerinden emperyalizmin kontrolünde tutulmuştur.

Bu bölünmeden olumsuz şekilde etkilenen ise öncelikle işçi sınıfı oldu. Ortak sendikal mücadelenin iki toplumdaki faşist yer altı örgütlenmelerinin baskı ve şiddeti ile bölünmesi, ortak bir coğrafyada yaşama ve ortak sosyal, toplumsal ya da ekonomik problemleri yaşayarak bunlara karşı ortak mücadeleler örgütlenebilmesinin koşulları, 1950’lerden başlayıp 1974 işgali ile tamamlanan bir süreçle bir bir ortadan kaldırıldı.

Bölgede ve emperyalistler arası güç dengelerinde yaşanan gelişmeler, 2000’li yıllarla birlikte kuzey coğrafyadaki Kıbrıslı Türklerin işgal rejimine karşı yükselen mücadelesi ile birleşti. 2003 yılının Nisan ayında 1974’ten beri kapalı tutulan ve iki toplumun yeniden temas kurmasını engelleyen askeri barikatlar delinmeye başlandı. Bu sayede iki toplum yeniden ilişki kurmaya, bir birleriyle temas kurarak ortak yaşam alanları oluşturmaya başlamışlardır. Askeri barikatların kısmen kaldırılması ve on binlerce kişinin karşılıklı geçişleri, hatta diğer tarafta yaşam alanları kurmasına karşın, geçen süre zarfında toplumlar arasında kayda değer hiçbir çatışma ortamının oluşmaması, “Kıbrıs sorunu” olarak adlandırdığımız sorunun temelinde toplumlar arasında bulunduğu iddia edilen düşmanlıkların değil, iki toplum arasındaki farklılıkları kullanarak provokasyonlar yaratan ve çatışmalar çıkaran egemen çevrelerin olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

Kıbrıs sorunu adada yaşayan farklı ulusal ve dinsel kökenlere sahip olan toplumlar arasındaki düşmanlıklardan değil, Kıbrıs’ta farklı ulusal köklere ve dini inançlara sahip olan toplumların işçi, emekçi halkları ile bu ulusal ve dinsel farklılıkları kullanarak onlar arasında düşmanlıklar yaratmaya çalışan ve bu sayede ada üzerindeki emperyalist hakimiyetlerini devam ettirmeye çalışan uluslararası güçler ve onların ada üzerindeki yerli işbirlikçileri arasındaki mücadeleden kaynaklanmaktadır. Sorunun çözümü de ancak bu güçlerin Kıbrıs üzerindeki etkilerinin kırılması ve hegemonyalarının dağıtılması ile mümkündür.

Kıbrıs sorunu Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de hakim olan, olmaya çalışan emperyalist ülkelerin Kıbrıs halklarını sömürüye ve zora dayalı bir şekilde bölmesi, katletmesi ve bağımsızlığını ayaklar altına alarak kendi hakimiyetini sürdürmesi sorunudur. Kıbrıs işçi ve emekçi halkları bu sömürü çarkını dağıtması sorunudur.

II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden şekillenen dünya emperyalist güç dengeleri sonucunda İngiltere zayıflayan gücünü de dikkate alarak çıkarlarını adada iki egemen askeri üs sahibi olarak sürdürmeyi başarmış, onun bıraktığı boşluğu ise ABD ve AB gibi güçler doldurmaya başlamıştır. Bu güçler arasındaki dengelerden yararlanarak Türkiye ve Yunanistan da ada üzerinde kısmi hakimiyetler ele geçirmişlerdir. Ancak ada üzerindeki hakimiyet kavgası sadece bu güçlerle de sınırlı değildir, örneğin Rusya, Çin ve giderek daha çok sayıda İsrail, Fransa gibi güçler de hakimiyet kavgasına dahil olmaktadırlar.

Dünya emperyalist-kapitalist sistemi her geçen gün daha da ciddi siyasi ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kalmaktadır ve bu krizler dünya üzerindeki en ufak çıkar alanlarının dahi önemini artırmaktadır.

Kıbrıs’ın güneyi 1960 anlaşmalarından kaynaklı dünyaca tanınmış ve kısmi bir bağımsızlığa sahipken aslında aynı kurucu anlaşmalardan kaynaklı garantörlük, İngiliz üsleri gibi yaptırımlar ve sonrasında AB’ye üye olması ile birlikte daha da artan bir şekilde dünya emperyalist düzenine tamamen bağımlı ve yarı sömürge bir yapıya sahiptir. Kuzey ise 1974 sonrası Türkiye’nin askeri, siyasi ve ekonomik işgali ile birlikte ve giderek artan yerli halkın asimilasyonu ve yerel kaynakların tamamen Türkiye egemen sermaye kesimlerine peşkeş çekilmesi ile birlikte tam bir sömürge yapısına bürünmüştür.

“Kıbrıs sorununu” çözme adına ikide bir girişimde bulunanlar ve aslında onlara göre Kıbrıs’ta bir sorun bulunmayanlar açısından aslında bu sorunun pek bir önemi yoktur. Bu soru Kıbrıs’ta gerçekten de bir sorun olduğunu düşünen ve bu sorunu köklü bir şekilde çözmek isteyenler açısından bir öneme sahiptir.

Kıbrıs sorunu; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de hakim olan, olmaya çalışan empryalist ülkelerin Kıbrıs halklarını sömürüye ve zora dayalı bir şekilde bölmesi, katletmesi ve bağımsızlığını ayaklar altına alarak kendi hakimiyetini sürdürmesi sorunudur. Kıbrıs işçi ve emekçi halklarının bu sömürü çarkını dağıtması sorunudur.

Kıbrıs işçi ve emekçilerinin en temel ortak sorunu emperyalist ülkelerin ada üzerindeki çıkarlarını sürdürmenin bir aracı olarak ortaya çıkan Kıbrıs sorunudur. Özellikle son dönemde herkesin bilgisine getirilen yeraltı zenginliklerinin yerli sermaye çevrelerinin işbirliğiyle emperyalist ülkeler tarafından sömürülmesi, tüm Kıbrıs işçi ve emekçilerinin ortak sorunudur. Bununla birlikte Kıbrıs sorununun emperyalist bir plan çerçevesinde yeni bir düzenlemeyi getirecek olan anlaşmaya bağlanması olasılığı da bulunmaktadır. Böylesi bir gelişme Kıbrıs işçi ve emekçilerine ne gibi bir yararı olacağı, dahası büyük emperyalist ülkelerin böylesi bir anlaşma üzerinden elde edecekleri büyük rant sayesinde kapitalizmin içine girdiği genel bunalımdan kurtulmasına ne derecede etkide bulunacağı da dikkate alınmalıdır.

Kıbrıs işçi ve emekçilerinin böylesi bir durumda kısmi bir yarar sağlanması olasılığında dahi, bunun emperyalizmin hem bölgede gücünü artırması, hem de genel bunalımdan kurtulmasına katkıda bulunarak günün sonunda tüm dünya işçi, emekçileriyle birlikte Kıbrıs’a da daha barbarca saldırmasına olanak sağlayabileceği olgusu göz ardı edilmemelidir. Bu dikkate alındığında olası bir emperyalist yeniden düzenleme planının reddedilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Kıbrıs işçi ve emekçi halklarına daha fazla sorun yaratmaktan ve ülkenin bağımsızlığını ayaklar altına almaktan başka bir işe yaramayan garantörlüklerle birlikte emperyalist askeri birlik ve üslerinin reddedilerek Kıbrıs’tan defedilmesi de gerekmektedir. Bu reddediş işçi, emekçi kitlelere alternatif bir mücadele ve çözüm yolunu somut olarak göstererek olmalıdır.

Kıbrıs sorununu yaratanlar sadece yabancı emperyalistler değildir, onlarla bütünleşmiş yerli işbirlikçi sermaye sınıfı da bu sorunun yaratılmasına ortaktır. Bu bağlamda Kıbrıs’ın devrimci komünistlerinin görevi, ülkemizi bölerek, halklarımızın birlikte yaşamlarını engelleyen emperyalist tahakkümü dağıtmak ve kesintiye uğrayan uluslaşma sürecinin halklarımızın yeniden kardeşleştirilerek tamamlanmasını sağlamaktır. Bunun için temel siyaset “Ortak vatan, birleşik örgütlenme” ve “Kıbrıs’ın emperyalizmden bağlarını kopararak birleştirilmesi ve özgürleştirilmesi” olmalıdır. Kıbrıs adası bölünemeyecek kadar küçük, üzerinde bulunan tüm halkların kardeşçe yaşayabileceği kadar büyüktür.

Devrimci Çözüm Modeli; Demokratik Halk Devrimi

Kıbrıs sorunun devrimci bir temelde çözüm yolu, bu yapıdan zarar gören ve bu yapıyı Kıbrıs’ta yaşayan kesimlerin çıkarları açısından çözmek isteyenlerin birliğine ve gücüne dayanarak bir mücadele cephesi örmek ve bu sorunu yaratanları ülkemizden defetmektir. Ve bunu yaparken de sadece ülkemizin dinamikleri değil, başta “anavatanlar” diye dayatılan ve milliyet, din, dil yakınlığı olan ülkelerdeki ve bölge ile dünya ülkelerindeki ilerici, demokrat kesimlerle de dayanışmamızı yükseltmeliyiz. Çünkü bu kesimler açısından da Kıbrıs’taki yapının bizim ortaya koyduğumuz şekilde değişmesi kendi çıkarlarına olacaktır. Çünkü böylesi bir gelişme kendi ülkelerindeki halk düşmanı kesimlerin gücünü azaltacak ve ülkelerindeki sömürü düzeninin ortadan kaldırılmasını kolaylaştıracaktır.

Ülke işçi sınıfının bugün için tek başına örgütlenebilme ve kendi iktidarını kurabilme olanaklarının darlığı somut bir olgudur. Bu tespitten yola çıkıldığında; 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ile ülkede örgütlenen Kıbrıs Komünist Partisi’nin Uluslararası Komünist Hareket ile uyumlu bir şekilde belirlediği Anti-Emperyalist  Birleşik Cephe siyaseti günün koşullarına uyarlanarak mücadelenin temel siyasetini oluşturmak durumundadır. Anti-emperyalist mücadele ülkenin emperyalist işgalini de hesaba katmalı; hem somut olarak kuzey coğrafyadaki emperyalizm destekli Türkiye işgaline karşı, hem de ada genelindeki tüm emperyalist işgale karşı yönelmelidir.

Biz ülkemizde, kurulu sömürgeci ve yarı sömürgeci düzenin, demokratik mücadele yolları ile dağıtılmasının mümkün olmadığı oranda, bunun zora dayalı her türlü meşru yöntemlerle gerçekleşeceğini dikkate alıyoruz. Bu meşru yöntemlerimizle gerçekleştirilecek Demokratik Halk Devriminin sömürgeci emperyalist bağları koparması ve devamında sosyalist bir devrime evrileceği bir süreç öngörüyoruz. Öncelikle hedefimiz ülkemizdeki ve bölgemizdeki, Ortadoğu, Türkiye, Kürdistan ve Balkanlar’daki anti-emperyalist güçlerle birleşik bir cephe, bölgesel bir enternasyonal mücadele ve birleşik devrim süreci ile anti-emperyalist demokratik halk devrimin zafer kazanması sonucunda, ülkemizin emperyalist güçlerden özgürleştirilerek demokratik bir halk iktidarının kurulmasıdır.

Devrimin bu ilk aşamasında; 1- ülkemiz üzerinde egemenliği olan tüm yabancı emperyalist güçlerin hâkimiyetlerini dağıtmak, bu hâkimiyetin kurulmasında işbirlikçilik yapmış olan yerli büyük sermaye kesimlerinin mülklerinin toplumsallaştırılması, 2- Kilise, Vakıflar ve İngiliz üsleri ile Türkiye, Yunanistan tarafından işgal edilen askeri bölgelere el konulması, 3- el konularak toplumsallaştırılan tüm mülklerin toplumsal üretimin artırılması için kolektif üretim alanlarına dönüştürülmesi ve geçmişte yaşanan çatışmalar ve krizlerle yoksullaştırılan kesimlerin kullanımına verilmesi, 4-  ülkemizdeki farklı milliyetlerden tüm kesimlerin siyasal eşitliğinin garanti altına alınması, 5- ırkçı ve gerici örgütlenmelerin yasaklanması, 6- işçi, emekçi kesimlerin yaşam koşullarının önemli ölçüde iyileştirilerek, güvence altına alınması ve 7- kurulacak demokratik halk iktidarının yönetimine tüm emekçi halk kesimlerinin en etkin şekilde katılımını sağlayacak demokratik mekanizmaların hayat geçirilmesi. Dolayısı ile demokratik halk iktidarında yapılacak olanların halk kitlelerinin etkin katılımı ile şekillendirilip hayat bulması hedeflenecektir.

Anti-emperyalist demokratik halk devrimi sonrasındaki hedefimiz ise ülkemiz ve bölge işçi sınıfının sınıfsal gücüne ve ittifak içerisinde olduğumuz güçlerin konumlanışına bağlı olarak devrim sürecini ilerleterek sosyalist bir devrime taşımaktır. Bu geçiş sürecinde halk kitlelerinin karar alma süreçlerine etkin katılımı ve bu süreçlerde işçi, emekçi kesimlerin ülkemizi daha gelişkin ve demokratik bir yapıya kavuşturmak için sergileyecekleri duruşla demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önderliğini üstlenmesi belirleyici olacaktır. Bu başarıldığı oranda demokratik halk devrimi sosyalist bir devrime taşınacaktır.

Sosyalist devrim sonrasında ise hedefimiz o günkü bölgesel ve küresel devrimci güçlerin durumunda bağlı olarak kademe kademe sosyalist inşanın tamamlanmasıdır. Sosyalist devrimle birlikte aşama aşama tüm üretim araçlarının toplumsallaştırılması, tüm toplumsal üretimin planlı bir şekilde düzenlenerek toplumun her bir bireyinin tüm ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacaktır. Bu toplumsal dönüşüm içerisinde zamanla tüm sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılarak sınıfsız komünist bir topluma geçiş sağlanacaktır.

Tüm bu birleşik devrim süreçlerinde en geniş halk kitleleri en ileri karar alma mekanizmaları ile üretim, yönetim ve tüm toplumsal konularla ilgili kararların üretilmesine etkin olarak katılımları sağlanacaktır. Günün sonunda tüm toplumsal üretim araçlarının ve toplumsal değerlerin, toplumun her bir bireyinin ortak mülkiyetine ve bu ortak mülkiyetin birlikte yönetildiği bir yapıya ulaşılacaktır. Bunun adı komünist toplumdur.

Demokratik Halk Devrimi’nin Gelişim Aşamaları

Anti-emperyalist mücadelenin merkezini ve önderliğini üstlenebilecek olan ise Kıbrıs’ın tümündeki, gerek yerli gerekse bu ülkede çalışarak geleceğini burada planlayan tüm işçi sınıfıdır. Tüm ülkeyi en geniş şekildeki kapsayacak olan bir siyasal sınıf örgütlenmesi ile anti-emperyalist mücadelenin önderliği oluşturulmalıdır. Bu önderliğin yaratacağı güçle emperyalist politikalardan zarar gören ülkedeki küçük burjuva katmanlar bir müttefik olarak mücadeleye kazanılmalıdır.

Yukarıda kısaca özetlediğimiz toplumsal yapılanmanın, gerek dünyada, gerekse ülkede yaşanan değişimler dikkate alındığında, önümüzdeki dönemde ciddi farklılaşmalara gebe olduğu görülebilmektedir. Sınıfsal çelişkilerin giderek arttığı ülkemiz coğrafyasında, işçi sınıfının devrimci sınıf örgütlenmesinin elde edilebilmesinin önemli bir koşulu olan, devrimci önderliğin oluşturulması bugün için ortada duran en önemli görevlerin başında gelmektedir. Kendisini devrimci siyaset ile donatan, başta işçi, emekçi kesimler ve diğer demokrat kesimler içerisinde en geniş şekilde bağlar kuran, güven kazanan ve günü geldiğinde işçi, emekçi kitlelerin hareketlenmesi ile birlikte devrimci siyasetin kitlelerle buluşmasını sağlayabilecek olan güçlü bir devrimci siyasal örgütlenmenin kurulması gerekmektedir.

Bu anlayışla devrimci komünistler olarak bizler Marksist-Leninist ideolojiyi rehber edinen ve bu anlayışla mücadelede yer almaya hazır olan tüm kesimlere bir araya gelme, oluşturulacak ortak bir devrimci komünist programla Kıbrıs işçi sınıfının öncü gücü olarak örgütlenecek olan Komünist Parti’yi inşa etme görevini önümüze koymaktayız.

Bölgesel Gelişmeler ve Birleşik Devrim Olanakları

Ülke devrim mücadelesinin izleyeceği yolu belirlerken özellikle kuzey coğrafyada oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti’nin işgalci sömürge düzenini dikkate almak durumundayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuzey coğrafya üzerindeki etki ve hakimiyetini köklü bir şekilde zayıflatacak gelişmeler olmadığı sürece, mevcut koşullarda ülke devriminin izleyeceği yol Türkiye devriminin yolu ile çakışmaktadır. Kıbrıs’ta sömürücü sınıflara karşı vurulacak darbe, başta Türkiye’deki sömürücü sınıflara vurulmak durumundadır. Yani mevcut koşullarda Kıbrıs veya Türkiye’deki sömürücü sınıflara vurulacak darbe hem Türkiye hem de Kıbrıs devriminin yolunu açacaktır. Türkiye özelinde ise benzer bir durum Kürdistan devrimi ile söz konusudur. Yani Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimi de tıpkı Kıbrıs ve Türkiye devrimleri gibi bir biriyle bağlıdır. Bu olgular sonucunda ortaya çıkan tablo, Türkiye, Kürdistan ve Kıbrıs devrim mücadelesinin, her üç ülkeyi de kapsayan bir ‘Birleşik Devrim’ sürecine dönüşmek durumunda olduğudur. Benzer bir olgu bu kadar güçlü olmasa da ülkemizin özellikle güney coğrafyası ile Yunanistan arasındaki bağlardan kaynaklanan, Kıbrıs-Yunanistan devrimleri arasındaki ilişkide de söz konusudur. Elbette Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs ve belki de Yunanistan Birleşik Devrimi, sadece bu ülkelerle sınırlı kalmayacak kadar güçlü bir etkiye sahip olacaktır. Böylesi bir devrim sürecinin başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere çok geniş bir coğrafyayı etkileyen güçlü bir devrim dalgalanmasına yol açacağı kesindir. Ancak bizler açısından öncelikli görev Kürt Ulusal Hareketi’nin ulaştığı nokta, Haziran Ayaklanması, Rojava Devrimi, Yunanistan’daki krizleri bağlı gelişen halk hareketleri gibi gelişmelerin ışığında; kendi ülkemizi de kapsayan ve çok daha somut bir olasılık olarak beliren Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs ve Yunanistan Birleşik Devrimi’nin ilerlemesi için üzerimize düşeni yapmaktır.

Bu noktada şunu belirtmekte fayda vardır ki; güney coğrafyadaki yapılanmanın Yunanistan ile olan yakın ilişkisi kuzey coğrafya ile Türkiye arasındaki ilişki ile aynı derecede etkili değildir. Güney coğrafya belli bir derecede bağımsız bir devlet örgütlenmesine sahiptir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin siyasi ekonomik yapılanması Yunanistan’a “göbekten bağımlı” bir nitelik taşımamaktadır. Bu nedenle güney Kıbrıs üzerinden Yunanistan ile birleşik bir devrim sürecinin gelişmesi çok daha zor görünmektedir. Ancak olasılık dahilindedir.

Bu noktada Kıbrıs’ta halkların kendi iradesini kendi ellerine alması ve yeniden ortak bir vatanın inşa edilmesi için mücadelenin temeli, emperyalist işgale karşı ülkedeki tüm anti-emperyalist kesimleri kapsayacak olan birleşik bir cephenin kurulması ve Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs(ve olası Yunanistan) Birleşik Devrimi ile birlikte ülke üzerindeki tüm emperyalist hegemonyayı dağıtarak bir halk iktidarının kurulmasıdır. Bu mücadele bir süreci gerektirmektedir ve belli aşamalardan geçmek durumundadır. Öncelikle ülke işçi sınıfının gerek kuzey, gerekse güney, gerek yerli nüfus gerekse sonradan ülkeye gelerek yerleşen ve geleceğini bu coğrafyada gören göçmen işçi nüfusun, kendi devrimci sınıf örgütlenmesini yaratması ve mücadelenin önderliğini üstlenmesi bir zorunluluktur. Bu olmadan böylesi devrimci bir mücadelede daha tutarsız yer alabilecek kesimlerin anti-emperyalist siyasete çekmek ve mücadelenin bir müttefiki haline dönüşmelerini sağlamak çok olası değildir. Bunu başarabilmek için işçi sınıfının kendi devrimci sınıf örgütlenmesini sağlamak gerekliliğinden yola çıkıldığında önümüzde duran temel görev Kıbrıs Devrimci Komünist Partisi’nin tüm ülkeyi saracak şekilde örgütlenmesidir.

Enternasyonal Mücadele ve Komünist Enternasyonal’in Gerekliliği

Mücadelenin bir diğer ayağı ise enternasyonal bağlamda ele alınmak durumundadır. Kıbrıs halklarının devasa emperyalist güçler karşısındaki zayıflığını yenmenin ve Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs (ve olası Yunanistan) Birleşik Devrimi’ni gerçekleştirmenin yolu başta Türkiye, Kürdistan, Yunanistan olmak üzere bölge ve dünya devrimci güçleri ile dayanışmayı ve emperyalizme karşı ortak mücadeleyi örmektir. Özellikle Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs-Yunanistan Birleşik Devrimi’nin öznesi olan Türkiye, Kürdistan ve Yunanistan devrimci güçleri ile ilişkiler geliştirilmeli ve ortak mücadele anlayışına sahip olunan yapılarla kapsamlı siyasal ittifaklar kurulmalıdır. Oluşturulacak siyasal ittifaklar bölgemizde gelişecek devrimci olanaklara önderlik getirecek bir enternasyonal örgütlülüğe bürünmeli ve giderek tüm dünyadaki devimci komünistlerin ortak enternasyonaline dönüşmelidir.

Bu nedenle Kıbrıs devrimci komünistlerinin görevi bir yandan önümüzdeki süreçte kaçınılmaz olarak yükselecek olan sınıfsal çelişkileri ve toplumsal hareketlenmeleri doğru siyasi bir çizgiye oturtabilecek devrimci siyasal örgütlülüğü yılmadan, sabırla kurmak, diğer yandan da hem Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs(ve olası Yunanistan) Birleşik Devrimi’nin özneleriyle, hem de en geniş çapta dünya devrimci güçleri ile enternasyonal bağları güçlendirmek olmalıdır.

Kıbrıslı Devrimci Komünistler Türkiye-Kürdistan-Kıbrıs(ve olası Yunanistan) Birleşik Devrimi açısında bugün için ana görevin Türkiye, Kürdistan ve Yunanistan devrimci güçleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve ortak mücadele anlayışının bulunduğu yapılarla kapsamlı siyasal ittifakların kurması olduğu tespitini yapmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, Kürdistan ve Yunanistan devrimci güçleri ile temasların artırılması için gerekli her türlü girişimde bulunmak görevi önümüzde durmaktadır.

Gerek ülkemizin bölünmüş her iki yarısında, gerekse dünyada emperyalist kapitalizmden kaynaklanan sorunlar hem ülkemizde, hem de dünyada işçi, emekçi yığınları hareketlendirmekte ve yeni bir devrimler dönemini aralamaktadır. Bu dönemde tüm dünya devrimcilerine önemli sorumluluklar ve görevler düşmektedir. Bu sorumlulukları ve görevleri yerine getirebilmek için hazırlanmak ve adım adım mücadeleyi yükseltmek gerekmektedir.


Olağanüstü Bir Devlet Biçimi Olarak Sömürge Tipi Faşizm

Levent Hekim

Türkiye’nin 1970’lerde en büyük bunalımını yaşadığı genel bir kanıyı oluşturmaktadır. Türkiye’de 2. Dünya Savaşından sonra ABD hamiyeti altında kurulan yeni sömürge düzeni, 70’li yıllarda ekonomisinden siyasetine kadar her yönüyle tıkanmış ve işlemez hale gelmişti. İşte bu konjonktürde Devrimci Yol Türkiye’de yaşanan krizin emperyalizme bağımlı yeni sömürgeci sistemin köklü sorunlarından kaynaklandığını dışa bağımlı ve montaja dayalı ikameci bir ekonomi modelinin, ürettiği sürekli açıklar, dış borçlar vb sorunları biriktirerek tıkandığını; başta Kıbrıs sorunu ve ABD ambargosu olmak üzere bir dizi iç ve dış nedenin zincirleme etkisiyle 27 Mayıs ve 12 Mart’ta yaşanan bunalımlardan daha üst düzeydeki bir bunalıma sürüklendiğini tahlil ediyordu. Bu bağlamda bu bunalımdan kısa vadeli çözümlerle çıkılmasının olanaksız olduğunu, kendi aralarındaki çelişkilerinde yoğunlaşmasıyla giderek artan bir yönetim krizine sürüklenen egemen sınıfların, iktidarlarını halk muhalefetini zorla baskı altında tutarak yürütmeye çalıştıklarını ifade ediyordu. Sivil faşist hareketin terör eylemlerinin bu amaçla örgütlendirildiğini ve bu arada bir askeri faşist darbe yolunun sürekli elde hazır tutulduğunu savunuyordu.

Bu öncüller çerçevesinde Devrimci Yol güçlü baskı ve terör aygıtlarıyla nisbi demokratik unsurların bir arada olduğu, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde açığa çıkan siyasal   biçimini “sömürge tipi faşizm” olarak kavramsallaştırmaktadır.

Bu çalışma Devrimci Yol’un yayınladığı dönemde, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal koşullarda  “ sömürge tipi  faşizm” kavramının izleri sürülmeye çalışılacaktır. Birinci Bölümde kavramın tarihsel arka planı ele alınacaktır. Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim broşüründe tarif ettiği kavramın hangi öncüllere dayandığı ele alınmaya çalışılacaktır.  Aynı zamanda kavramın arka planını oluşturan özellikle emperyalizmin yeni sömürgeci dönemine dair Çayan’ın geliştirdiği tezler, benzer yaklaşımları sergileyen  Magdoff, Polantzas gibi düşünürler derinleştirmeye çalışılacaktır.

İkinci bölümde ise Devrimci Yol dergilerinde kavramın geçirdiği evrim ele alınmaya çalışılacaktır. Mahir Çayan’ın sadece bir cümlede ele aldığı kavram, Devrimci yol dergilerinde “Devrimci Baş çelişki” seviyesinde derinleştirilmeye çalışılmıştır.  Yayınlanan dergilerde “faşizm” kavramının yaygın kullanımı bu durumun göstergesidir.  Özel sayılar hariç otuz yedi sayı yayınlanan Devrimci Yol dergilerinde otuz yazının başlığı faşizm kavramını içermektedir. Kavramın klasik faşizmde farkları ele alınmaya çalışılacaktır.  Diğer yandan  “sömürge tipi faşizm” kavramına içkin olan gizli ve açık faşizmde bu bölümde tartışılmaya çalışılacaktır.

Faşizmin her ülkede aynı biçimde işlediğine dair Ortodoks Marksist yönelimlerin dışında, iktidar biçimlerinin farklı toplumsal ve siyasal koşullarda farklı işlediğini işaretlemektedir. Özellikle ikinci Dünya savaşı sonrası değişen ilişkiler sonucu sömürgeleştirmenin biçimsel olarak gizli bir karakter kazanması ile birlikte sömürgelerdeki siyasal biçimlerin kazandığı nitelik bu kavramla daha anlaşılır bir hal almaktadır. Diğer yandan bu kavram bize az gelişmiş ülkelerde sık sık gerçekleşen askeri darbeleri anlamlandırmakta yardımcı olabilir.

Kavramın en önemli katkılarından biriside devletin ekonomik alanın belirlediği bir aparatdan başka, ekonominin karşısında görece özerk karakterini imlemesidir. Sömürge, yarı sömürge ülkelerdeki hakim sınıf ittifakının çelişkili yapısından kaynaklı devlet mekanizmasında açığa çıkan hegemonya krizi devletin sınıf fraksiyonlarına karşı görece özerk tavır aldığı durumları göstermekte yardımcı olabilir.

Son olarak 1970’lerden farklı tarihsel koşullarda yaşıyoruz. Bu çerçevede o günleri açıklamak için kullanılan kavramlar tabi ki bugünleri açıklamakta yetersiz kalacaktır. Ancak yaşadığımız konjonktürde siyasal alanda ortaya çıkan irrasyonel durumu adlandırmakta zorluk çekiyoruz. Siyasi iktidarın buda olmaz diyerek şaşırdığımız uygulamaları aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapısına içkin karakteriyle ilişkilidir.. Baskı ve terör unsurlarının güçlü, nisbi demokratik unsurlarının zayıf ikili bir karaktere sahip devlet mekanizmasının, kriz dönemlerinde bu tür refleksler göstermesi normaldir. Faşizm üniformayla mı yoksa üniformasız mı gelecek tartışmalarına bir cevap verebilmek umulmaktadır.


Devletin Dönüşümü: Kamu Hizmetlerinin “Piyasa Dışı Özelleştirilmesi” Üzerine

Hülya Kendir

Bilimsel ve siyasal alanda uzun yıllardır devletin dönüşümü tartışılıyor, anlaşılmaya ve tanımlanmaya çalışılıyor. Kapitalizmin krizlerinin ve bunlara çözüm arayışlarının doğrudan yansıması olan bu dönüşüm, toplumsal mücadelelerle kazanılmış, giderek alanı ve içeriği genişletilmiş olan kamu hizmetinin, kamusal temsil ve denetimin daraltılması, eritilmesi anlamına gelen bir süreçtir. Bir yanıyla bu dönüşüm, 1980’lerde “devletin küçültülmesi” olarak anılan bir değişimi anlatıyor; yani önceden kamusal mal ve hizmet olarak addedilen ve devlet düzenlemeleri çerçevesinde işleyen alanların giderek piyasa koşullarına açılması veya tamamıyla piyasa dinamiklerine teslim edilmesi, metalaşması, ticarileşmesi anlamına geliyor. Bugünlerde ise artık bu devletin küçültülmesi değil, aksine devletin bizzat kendisinin şirketleşmesi -örneğin varlık fonları gibi politikalarla- haline gelen bir süreçtir. Diğer yanıyla ise bu dönüşüm, daha siyasal alana dair bir değişimi anlatıyor; yani önce parlamenter demokrasinin krizi olarak beliren, daha sonra yürütmenin (yasama karşısında) güçlenmesi olarak tarif edilen, günümüzde artık ana akımda bile kabul edildiği gibi otoriterleşmenin artışının, hatta faşizmin yeniden yükselişinin tartışıldığı bir zeminde otoriter devletin ortaya çıkışını ima ediyor. Pekiyi temelde hem sermaye lehine, emek aleyhine hem de otoriterleşme ve zor lehine, hak ve özgürlükler aleyhine olan bu dönüşüm sivil toplum örgütleri (STÖ’ler) ekseninde nasıl tartışılabilir? Bu noktada neoliberal gündemin 70’li yıllardan beri yaptığı sivil toplum vurgusunun ve onun kurumsallaştırılmaya çalışıldığı biçim olan STÖ’lerin, özelleştirme sürecinin önemli bir ayağı olduğunu iddia edeceğim. Bu tartışmayı yaparken, STÖ şemsiyesinin altında tanımlanabilecek her türlü toplumsal örgütlenmenin toptancı bir şekilde aynı çuvala doldurulamayacağını, ayrıca bu alanın da eleştirel/muhalif kanat için belli imkânları taşıdığını en baştan vurgulamaya gerek duyuyorum.