C6 Oturumu: Tarihin İçinden Direnişler

6 Eylül Cuma, 13:30
Yürütücü: Ferda Dönmez Atbaşı, Katılımcılar: Sezen Yılmaz, Menekşe Aykan, Akın Sefer

Yürütücü: Ferda Dönmez Atbaşı


19. ve 20. Yüzyılda Osmanlı İşçi Hareketinde Kadınlar

Sezen Yılmaz

Bu çalışmada 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nde kadınların ücretli emek hayatındaki ve sınıf ve hak arama mücadelelerindeki konumu, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden belgeler ve çeşitli ikincil kaynaklar kullanılarak incelenmiş, patriyarkal kapitalizm tahlili ile birlikte sosyoekonomik krizler karşısında kadınların mücadele pratikleri örneklerle anlatılmıştır. Bu çalışma, Osmanlı kadınlarının hem ücretli emek hem de sınıf mücadelesi içindeki konumunu, etkinliğini, çalışma koşullarının farklılığını ve mücadele yöntemlerini ortaya koyarak, feminist tarihe, işçi ve sınıf mücadelesi tarihine katkı sağlamayı amaçlamaktadır.

19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarının kadınların rolü açısından önemi, modernleşme hareketleri ile hem sosyal ve ekonomik hayatta ön plana çıkarma, hem de bunu geleneksellik çerçevesinde gerçekleştirme çabalarıydı. Tanzimat Dönemi’nde batının fikir akımlarından etkilenen aydınlar, yükselen kadın hareketlerinden de nasibini aldı ve kadının toplumsal rolünü ve eğitimini ön plana çıkarmanın gerekliliğini vurguladı. II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte kadınların çalışması, ekonomik bağımsızlığını kazanması gerektiği düşüncesi, ortaya çıkan pek çok cemiyet (Yıldırım, 2013: 93-94); Caporal, 1982: 149-150; Toprak, t.y.: 208; Çakır, 2011: 60-65) ve yayın organı (Kurnaz, 1991; Çakır a.e.) aracılığıyla kamuoyunda daha geniş yankı buldu.

II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılındaki grev dalgası ile beraber Osmanlı işçi sınıfı tarihinde sınıf veya hak arama mücadelesi içinde yer alan erkekler ve kadınlar açısından önemli bir dönem yaşandı. Bu grevlerde işçiler taleplerini elde edebildiği gibi, sendikalarda da yoğunlaşma sürdü. Fabrikalaşmanın arttığı bu dönemde bazı bölgeler – Selanik gibi, büyük fabrikaların bulunduğu yerler iken, bazıları ise (Şam gibi) küçük atölye ve ev içi imalatın yoğun olduğu bölgelerdi. Fabrikaların sayısı artsa da, ev içi imalat ve atölye üretimi uzun yıllar varlığını korudu (Quataert, Zürcher, 2011: 15-17). Bu ev içi imalatın en önemli aktörleri ise kadınlar ve çocuklardı.

II. Meşrutiyet öncesinde de kadınlar hem ücretli emek hem de hak arama mücadelelerinde yer alırken – örneğin,1899 yılında kadın ve çocuk pek çok kişi Antakya Fransız Konsolosu’na ait un fabrikası ve fırın yağmalama eyleminde bulundu (BEO. 1331/99799. 19 Safer 1317. 29 Haziran 1899.) – bu dönemle birlikte, dünyadaki çeşitli fikir akımlarının ve kadın ve işçi hareketlerinin, artan fabrikalaşmanın, endüstriyel kapitalizmin ilerlemesine paralel olarak ortaya çıkan savaşların, değişen sosyoekonomik konjonktür vb.nin etkisiyle kadınların ücretli emek hayatındaki varlığı daha görünür hale geldi ve sınıf ve hak arama mücadelesi içerisindeki varlıkları da belirginleşti. 1908 yılının Temmuz–Ekim arasında ortaya çıkan grevlerin çoğunluğu gıda, tütün ve dokuma gibi kadınların ağırlıklı olduğu alanlardaydı (Güzel, t.y.: 871). Kapitalizmin özellikle işçi sınıfı üzerindeki ezici etkisi, patriyarkayla birleşerek kadınlar için çok katmanlı bir baskı unsuruna dönüşüyordu. Erkek işçilerin de ücretleri düşük ve çalışma koşulları kötü olsa da, kadınların ücretleri ‘harçlık’ ya da ‘ek gelir’ olarak görüldüğünden onlara, ‘aile reisi’ olarak kabul edilen erkeklerden daha düşük ücretler veriliyordu. Örneğin, 1907 yılında Adana’da iplik eğirme işinde çalışanlar günde 12 saat çalışmalarına karşın günde 5 kuruş kazanıyordu. Çoğunluğunu yine kadın ve çocukların oluşturduğu bu işçilerin ücretlerine karşı, erkek ustabaşılar 15 – 20 kuruş arasında gündelik kazanıyordu. (Quataert, 2013: 87-88)

Uzun çalışma saatleri, sağlıksız çalışma koşulları, düşük ücretler, yoksulluk, açlık, hayat pahalılığı gibi pek çok sebeple ortaya çıkan kriz ortamında, kadınlar makine kırma eylemleri (Güzel, t.y.: 871; BEO. 3269/245156. 11 Safer 1326. 15 Mart 1908), depoların yağmalanması (Kars, 1997: 24), sokak eylemleri ve grevlerde etkin olarak yer aldı; kimi eylemlerinde kazanımlar da elde etti. Örneğin, İbrahim Karakaş isimli bir işyeri sahibi, çalışma saatlerinden dolayı işçilerin mesai saatlerini düzenleme taleplerini kabul etmeyince, sorunlarla devam eden bu sürecin sonunda 29 Ağustos 1910 yılında kadın çalışanlar, diğer işliklerde olduğu gibi çalışma saatinin 9 saate indirilmesini yeniden talep ederek, aksi takdirde greve gideceklerini bildirdi. Sosyalist bir yayında yer alan bu haberde, Karakaş’ın talepleri kabul ettiği belirtiliyordu (Benlisoy, 2015: 195).

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte grev ve eylem sayıları yok denecek kadar azdı. 1909–1912 yılları arasında 33 ve 1913–1918 yılları arasında 5 grev gerçekleşti ve genellikle ekonomik nedenlere bağlı olan bu grevlerin başlıca sektörleri yine yoğunlukla kadın işçilerin yer aldığı gıda, tekstil ve deri oldu (Karakışla, 2011: 37-38). İşgücü içerisindeki erkeklerin çok büyük bir kısmı savaş için cephelere çağrılırken, çeşitli sanayi dallarında, memuriyetlerde (Aslan,2006; Erdem, 2013), hizmet sektörünün çeşitli alanlarında (Köse, 2012) vd. kadınların varlığı da artmaya başladı. Ancak savaşın bitmesi ile cepheden dönen erkeklere iş vermek adına pek çok kadın çalışan işlerinden edildi.

Tüm bu tarihsel bağlama oturtulduğunda, kadınların özellikle resmi tarihte yok sayılmasına, alternatif tarih yazımlarında da yerinin hakkıyla teslim edilmemesine karşı, ücretli emek hayatında da sınıf ve hak arama mücadelelerinde de yer alan kadınların, kendi mücadele pratikleriyle varlığını ortaya koyduğuna şahit oluyoruz. Bu çalışma ile kapitalizmin/patriyarkal kapitalizmin ortaya çıkardığı krizler karşısında kadınların bu çok katmanlı ‘düşmana’ karşı mücadele yöntemlerini ve işçi tarihindeki yerini değerlendirirken, sistematik problemlerin –düşük ücretler, kriz zamanlarında kadınların ücretli çalışma hayatına entegrasyon biçimi, işten çıkarılanların ilk olarak kadınlar olması vb. – günümüzde dahi devam ettiğini, buna karşılık kadınların mücadelesinin de geleneksel veya yeni pratiklerle sürdüğünü görüyoruz.


Türkiye Sınıf Mücadelesi Tarihinde Aleviliğin Konumu

Menekşe Aykan

“Sınıf mücadelesini aynı zamanda siyasetin krizi olarak okuduğumuzda, bir toplumu oluşturan tüm halkların kendi otantik varlıklarıyla birlikte bu krizlerdeki etkisi üzerine düşünmek, siyasal krizlerin anlamlandırılmasını olanaklı hale getirerek, kimlik siyasetinin kısıtlı bakış açısından arınmamızı sağlamaktadır. Halkların otantik varlıklarıyla kastedilen şey, onların çeşitli iktidar mekanizmaları tarafından tabi tutulduğu ‘’dönüştürme’’ girişimlerinin karşısında özsel yapılarını korumaya olan eğilimleridir. Türkiye’ de sınıf mücadelesinin tarihi analiz edilirken, Alevilerin sınıf mücadelesi tarihinde ki konumu ve özellikle sınıf siyasetine olan katkısı göz ardı edilmemesi gereken konuların başında gelmektedir. Alevilik konusunda dönüşüm, çeşitli aracılar ve araçlarla birlikte ‘’değiştirme’’, ‘’ehlileştirme’’ gibi anlamlara indirgenerek tehdit edici bir unsur haline getirilmektedir. Burada tehdit edici olarak nitelememin sebebi ise, dönüşümün olağan seyrinin çeşitli şekillerde aksatılarak, ‘’değiştirme’’ işlevine hizmet eder hale getirilmesi, buna bağlı olarak tözün bozulması, genele uygun forma uydurulması çabasının güdülmesidir. Dönüşüm aktörün kendisini sürece hakim kılmakta iken, değişim aktörü pasifize ederek sürece değiştireni hakim kılmaktadır. Özellikle Alevilik üzerine düşünmemi geliştiren durum ise ‘’dönüştürme’’ girişimlerinin yoğun olarak hissedilmekte oluşu ve Alevi hareketinin siyasallaşma süreci boyunca emek ve emekçilik kavramlarıyla geliştirdiği yakın ilişkidir. Bu bağlamda çalışmam Aleviler açısından kimlik siyasetinin yıkıcı ve tehlikeli boyutlarını ortaya koymaya ve buna karşı bir panzehir olarak nitelenebilecek sınıf siyasetinin benimsenmesinin Aleviliğin otantik yapısının korunması ve sürdürülmesine olan katkısını savunmaya yönelik olacaktır.

Özellikle 1950’ li yıllardan itibaren görünürlüğü artan göç hareketiyle birlikte, Aleviliğin kent yaşamına entegrasyonu süreci başlamıştır. Köyden kente göç sürecinin beraberinde getirdiği şehre entegrasyon süreci, 60’lı yıllarda Alevilerin öncelikli olarak toplumsal kabul görme ve kent hayatına tutunma amacıyla hareket ettiği bu amacın beraberinde inanç ve kültürün gerekliliklerini arka plana attıklarını göstermektedir. Yine aynı dönemde Aleviler eğitimi sınıf atlama aracı olarak görmüşlerdir.1960-70’li yıllar Alevilik ile sosyalist hareketlerin ilişkilerinin geliştiği bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde kentleşmenin getirdiği sorunlarla yüz yüze kalan Alevilik için sosyalist örgütlenme bir çözüm niteliği taşıyordu. Kendisine yeni bir siyasal dil arayan Alevilerin arayışlarıyla, kendilerine eski-tarihsel, kültürel ve yerli bir siyasal dil arayan sosyalistlerin arayışları üst üste binmişti (Yalçınkaya, 2014: 51). Antiemperyalist mücadelede ortaklaşma, Aleviliğin görece sekülerliği, aynı ‘’dinsiz’’ sıfatına maruz kalınması gibi sebepler Alevilik ve sosyalist hareketleri yakınlaştıran unsurlardandı. Aleviler kendi değerlerini yeniden canlandıracak, yeşertecek verimli bir alan bulmuşlardı sosyalist harekette ve gerçekten de sosyalist hareket Alevilerin değerlerini zorlamaksızın bünyesine almış, bu değerlerden beslenmiştir.(…) Alevi kültürünün sosyalist hareket içinde verimli bir tarla bulması bir yana, sosyalist hareket hiçbir alevinin inkar edemeyeceği yaşamsal bir fonksiyon üstlenmiştir: Alevi dayanışma ilişkilerinin çözüldüğü, deyim yerindeyse Alevilerin atomize olduğu kentsel bir dünyada, aşırı sağ, faşist ya da dinci saldırganlığın boy hedefi ve avlanma sahası içinde yer alan Alevilere sosyalizm üzerinden yeni bir dayanışma ve birlikte eyleme olanağı sunulmuştur (Yalçınkaya, 2005: 149). Gençlerin sol siyasetle tanışması ile beraber inanç kimliği siyasal kimlikle bütünleşme eğilimi göstermiştir. Siyasal parti deneyimleri, Alevi isminin kullanıldığı bildirilerin yayımlanması, şehirlerde halka açık cemlerin düzenlenmesi bu bütünleşmesinin öncüllüğünde gerçekleşmiştir. Bu bütünleşme ile aynı zamanda devletin ve sağ siyasetin Sünni İslam’ı referans alan pratiği, Alevileri ötekileştirmiş ya da tarihsel gerilim noktalarına itmiş; Aleviler eşitlikçi-özgürlükçü fikirlere yakınlaştıkça, devlet ve sağ çoğunluk Sünni mezhepçi vurguyu artırmıştır (Salman, 2017: 40).Alevilerin eğitim kanalıyla çeşitli devlet kurumlarında yer bulması, kente alışması, sosyal hayata katılımının artması ve kamusal görünürlüğün gerçekleşmesi ile 70’ler de Alevilerin, devlet karşısında ‘’talep eden’’ olarak varlıkları, sağ milliyetçi cepheden endişe ile izlenmiş ve tepki toplamıştır. Bu tepkiler Alevilerin can güvenliğini tehdit edici boyuta ulaşıp devamında gerçekleşen 1978-80 arasında Maraş, Çorum ve Sivas’ta kendini katliam olarak göstermiştir. 70’lerin sonundan itibaren yurt dışına göçlerin başlaması, sosyalist rejimlerin zayıflaması, Doğu Blok’unun çözülmesi, Siyasal İslamın yükselişi, Türk-İslam sentezli devlet yapılaşmasının güçlenmesi gibi gelişmeler Alevilerin kimlik inşasında yeni bir yol aramasına neden olmuştur.

80 askeri faşist darbeye dek olan süreçte, Alevilerin kentleşmeyle birlikte kazandığı görünürlük aynı zamanda politikleşme sürecini de kamusal görünürlük bağlamında hızlandırmıştır. 61 Anayasasının sağlamış olduğu görece liberal ortamda çeşitli dergi ve yayınlarla, düzenlenen festivallerle siyasal ve toplumsal hayatta varlıklarını bildirmişlerdir.  Siyasal alanda, genellikle işçi sınıfına mensup olmalarının da etkisiyle sol düşünceyle birbirine eklemlenen bir bağ kurulmuş, neredeyse solculukla özdeş kullanılmıştır Alevilik. Öyle ki birçok solcu marşta Alevi deyişlerinin izlerini bulmak mümkün hale gelmiştir. Aleviliğin solculukla birbirini besleyen ilişkisi, muhafazakar kesimlerce rahatsız ediciliği aşan bir konumla tehlikeli bulunarak hedef haline getirmeye dek uzanan yön izlemiştir. Sünni kesimin karşıt olarak kutuplaşmasına yol açan önemli nedenlerden biri de 70’lerde yaşanan ekonomik krizle birlikte sınıfsal değişim riski yaşamaları ve bu riskten Alevileri sorumlu tutmaları olmuştur. Siyasal olarak yaşanan kutuplaşmanın bedeli ise Aleviler açısından oldukça ağır olmuştur.

80 darbesi sonrasında yaşanan gelişmelere bakıldığında sosyal ve siyasal alanda büyük yıkımlarla karşılaşılmaktadır. Yüz binlerce kişi gözaltına alınmış, birçok dernek, sivil toplum kuruluşu ve parti faaliyetlerine son verilmiş, yüzlerle kuşkulu ölümle karşılaşılmıştır. Bu yıkımdan Aleviler de payını almıştır. Hacı Bektaş Veli Kültür ve Turizm Derneği kapatılmış, kadroları komünizm ile suçlanmıştır. 1980’ler Alevilerin bir çok alanda marjinalleştikleri bir dönemdir (Massicard, 2017: 71). Kürtler ve Aleviler dışlanmak kaydıyla devlet Türk-İslam düşüncesi merkezli eğilimler göstermiş ve bu yönde adımlar atmıştır. 82 Anayasası ile Hanefi mezhebi öğretisine uygun müfredatıyla  ‘’din kültürü ve ahlak bilgisi’’ dersi ilk ve ortaokul öğrencilerinin ders programlarına zorunlu olarak koyulmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkiler genişletilmiş, birçok Alevi köyüne imam ataması ve cami yapımı gibi faaliyetlerde bulunulmuştur. Bu bağlamda Aleviliğin sol ile olan bağı zedelenmiştir.

2002 yılında AKP’nin iktidar macerasının başlamasıyla birlikte Aleviler için de yeni bir inşa süreci başlamış olmaktadır. İnşa süreci, bizzat devlet tarafından kontrol edilebilir niteliktedir. Bu sürecin gereği öncelikle Aleviliği kimlik ve ayin bağlamlarında parçalamak sonrasında yeni bir formda dönüştürmek, bunu da Aleviler eliyle gerçekleştirebilmek olmuştur. Arzulanmakta olan şey aslında, Alevilerin Alevileşmesi olarak betimlenmektedir. AKP Açılımı, artık zoru, şiddeti baskıyı sözümona dışlayan, özgürlük vaadiyle ortaya çıkan haliyle asimilasyonist değil, kavimkırımcı yüzünü tümüyle sergilemektedir (Yalçınkaya, 2014: 26).

Açılım sürecinden günümüze dek iktidarların kendini tek hakikat üretici biçimde konumlamasını besleyen yegane faktörün kimlik siyaset olduğu açıkça görülmektedir. Bu sayede devlet, Alevilik dini üzerine dönüştürücü bir konumlanış ile onu yeniden inşa etme girişimleri sergilemiştir. Tam da bu yeniden inşa olarak gözlediğimiz ve esas itibariyle tam anlamlı bir değiştirme girişimi olarak karşımıza çıkan eğilimin karşısında sınıf siyasetinin benimsenmesi hayati bir önem taşımaktadır. Dönüştürme sürecini sekteye uğratma kudretine sahip olan en önemli hareket hiç kuşkusuz sınıf mücadelesi hareketidir.

Günümüzde devlet, dinle baş edebilme ve onun aşkınlığını kırabilmek için, heterodoks inançlara yönelmektedir. Heterodoks inançların içkinliğini, doğrudan aşkın dine yönelterek, aşkın dini kırma girişimleri gerçekleştirmektedir. Bu yöneltme ancak yöneltilecek olanın ‘’yeniden inşası’’ ile gerçekleştirilebilmektedir. Aleviliğin kendi eliyle yeniden inşasını gerçekleştirme süreci tam olarak bu şekilde okunabildiği ölçüde doğru kavranabilmekte, bu inşa sürecinde devletin hakimiyeti gün yüzüne çıkmakta ve Aleviler açısından bu süreç yıkıma uğrama olanağına sahip kılınabilinmektedir. Bu olanağın gerçekleştirilmesi ancak bu bilince sahip olmaktan geçmektedir. Öyle ki ‘’hiçbir iktidar kendi yaratmadığı şeytanla aynı meydanda bulunmak istemez!’’ (Yalçınkaya, 2005: 22).


Osmanlı Modernleşme Sürecinde Sanayi İşçileri ve Sınıf Mücadeleleri

Akın Sefer

Bu bildiri, on dokuzuncu yüzyılda İstanbul’da bulunan devlete ait sanayi tesislerindeki sınıf oluşumuna odaklanarak işçi mücadelelerinin Osmanlı modernleşme sürecindeki önemine vurgu yapmayı amaçlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda çalışan sanayi işçilerine dair emek tarihi yazını uzun bir süre on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren sayıları hızları artmaya başlayan grev eylemlerine odaklandı. Ancak, Osmanlı-Türkiye işçi sınıfının tarihini anlama çabamıza önemli katkılar sunmuş olan bu araştırmalar, bu grevleri belgelendirmenin ötesine gidemedi, ve bu eylemlerin oluşum sürecini ve makro-tarihsel süreçlerle ilişkisini irdelemekten uzak kaldı. Bunun yanında grev eksenli yapılan bu çalışmaların üretim ilişkilerinin dönüşümünü dışarıda bırakarak salt eylem biçimlerine odaklanması, özellikle grevlerin yoğunlaşmaya başladığı 1870’lerden önceki dönemlerde sanayi işçilerinin ve işçileşmeye karşı direnen emekçilerin farklı mücadele biçimlerini ve tecrübelerini gölgede bıraktı. Bildiri, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sanayileşme sürecinin devlet eliyle açılan fabrikalarla yoğunlaştığı bir dönemde emek-sermaye ilişkilerinin kapitalist dönüşümü ekseninde gerçekleşen sınıf mücadelelerini Osmanlı modernitesinin merkezi bir unsuru olarak inceliyor.

On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren üretim ilişkilerinin kapitalist dönüşümüne paralel olarak sanayi tesislerinde çalışan emekçilerin emek süreçlerinde çarpıcı dönüşümler yaşandı. Özellikle de, üretim süreçlerinin çoğunlukla zorunlu emeğe dayalı olarak gerçekleştiği devlete ait üretim tesislerinde kapitalist dönüşümün ihtiyaç duyduğu düzenli, disiplinli, vasıflı ve ucuz bir işgücü oluşturma gayreti devletle emekçiler arasında keskin mücadelelerin yaşandığı bir alan yarattı. On dokuzuncu yüzyıl ortalarında bürokrasinin yeniden organizasyonundan sanayileşmeye, zorunlu askerlikten modern eğitim sistemine kadar Osmanlı yönetici sınıfı tarafından girişilen ve Tanzimat Dönemi ile özdeşleştirilen reform politikaları bu amaç için seferber edildi. Bu süreçte hem bu fabrikalarda çalıştırılmak istenen hem de bizzat çalıştırılan işçiler firardan toplu dilekçelere, gündelik mücadelelerden grevlere kadar farklı biçimlerde mücadele ederek bu sürecin şekillenmesinde merkezi bir rol oynadılar. Böylelikle bu sürecin sonunda Osmanlı yönetici sınıfının hayal ettiğinden çok daha farklı, daha heterojen bir işçi profili ortaya çıktı. Bu mücadelelerle birlikte on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlete ait sanayi tesislerinde üretim süreçleri askerler, asker-sivil çocuk işçiler, yabancı işçiler, zorunlu olarak çalıştırılan siviller, mahkumlar ve ücretli işçiler gibi birbirinden farklı emek biçimlerini ve ilişkilerini yanyana getirmeye başladı. Bu süreçte yaşanan mücadele biçimleri de bu farklılıkları yansıtmaktaydı. 1870’li yıllarda yaşanan iktisadi buhranın etkisiyle yoğunlaşmaya başlayan ve 1908 Devrimi ertesindeki grev dalgasıyla zirveye varan işçi sınıfı eylemliliğini hem mümkün kılan hem de sınırlayan büyük oranda bu mücadele süreci olmuştu.

Bildiri, emeğin metalaşmasının Osmanlı modernleşme politikalarının merkezi unsurlarından biri haline geldiği bir dönemde bir yandan bu metalaşma sürecinin aldığı farklı biçimleri inceliyor. Bir yandan da bu metalaşma sürecinde hem devletin hem de emekçilerin geliştirdiği mücadele pratiklerine ışık tutmayı ve böylelikle de sınıf oluşumu ve mücadeleleri üzerine yapılan tartışmalara tarihsel bir perspektifle katkı sunmayı amaçlıyor. Bu noktada sınıf oluşumuna dair güncel ve tarihsel tartışmalarda üretim ilişkilerinin tarihini merkeze alan bir analitik perspektifin işçi sınıfının sürekli dönüşen ve farklılaşan yapısını, ilişkilerini, ve mücadele pratiklerini anlamamız ve anlamlandırmamız için vazgeçilmez olduğuna dikkat çekiyor. Aynı zamanda bu çalışma, işyeri temelli-görece mikro ölçekli- tarihsel analizlerin Osmanlı-Türkiye toplumunda sınıf mücadelelerinin zengin tarihini ortaya koymak açısından işlevselliğine de vurgu yapıyor. Bu çalışma çoğunlukla imparatorluk başkentinin on dokuzuncu yüzyıldaki en büyük ve en önemli sanayi tesislerinin başında gelen Tersane-i Amire ve Tophane-i Amire’ye dair arşiv kaynaklarını kullanıyor.