İKTİSAT FAKÜLTESİ MEZUNLARI CEMİYETİ
“TÜRKİYE’DE KAPİTALİZMİN GELİŞME DİNAMİKLERİ”
Konuşmacı: MEHMET TÜRKAY
—-&—-
MEHMET TÜRKAY- Öncelikle bu olanağı sağladığı için Cemiyete teşekkür ederek başlamak istiyorum. gerçekten iyi düşünülmüş bir program. Burada konuların olabildiğince üniversitenin normal lisans derslerinde anlatılamadığı haliyle ele alınıyor olması önemli bir boşluğu dolduruyor. Bizim konumuz “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Dinamikleri”, tabii çok genel bir konu. Benim öyle bir konuyu tercih etmem aslında bu konuya dair kafamda bazı soruların varlığı, bunları sizlerle paylaşmak isteği. Biraz ders formatına girecek ama konuya başlamadan önce birkaç kavramı hangi anlamda kullanıyorum, açık hale getireyim; dolayısıyla, ileride anlatacaklarıma referans olsun. Hepimizin kullandığı, her yerde karşımıza çıkan bir kavram olan sistem kavramıyla başlayalım.
Nedir sistem? Sistemi nasıl tanımlarız, neye göre anlarız? Burada çok basit bir tanım var; parçalarla bütün arasında bir karşılıklı nedensellik ilişkisi varsa ve bu nedensellik ilişkisiyle herhangi bir bütün kendisini yeniden üretme potansiyeline sahipse buna “sistem” deniliyor. Dolayısıyla, sistemin kritik noktası kendini yeniden üretebilme mekanizmalarına sahip olması. Bu anlamda kapitalizmi bu çerçevede ele alıyorum. Nedensellik bağı deyince, gene çok basit bir tanım vereyim: Herhangi iki durum, olgu yada olay arasında bir nedensellikten bahsediyorsak, burada birinin varoluşu, diğerinin varoluşunu hem gerekli, hem de mümkün kılıyorsa, bir nedensellik, bir karşılıklı etkileşim var demektir.
Peki “kapitalizm nedir, bir sistem midir?” diye sorduğumuzda, cevabımız evet bir sistemdir ise, o zaman “kendisini nasıl yeniden üretiyor?” sorusunu sormamız gerekecek; eğer bir sistemse hangi mekanizmalarla kendisini yeniden üretiyor? Burada da muhakkak başka bir sürü noktaya işaret etmek gerekiyor; ama bence en temel olan, kapitalizmin genel eğilimini belirleyen, yasa boyutunda olan temel eğilimi, eşitsiz ve bileşik gelişme denilen mekanizma. Yani kapitalizm bir tür eşitsizliğe dayalıdır; bu eşitsizliği, kendi içinde parçalar ve bütün arasındaki ilişki anlamında düşünürsek, bütünsel, bileşik bir süreci de hayata geçirmektedir. Buradan başka kavramları türetmeniz mümkün, yani eşitsiz ve bileşik gelişme gibi bir yasanın söz konusu olduğu bir yerde nedir esas olan? Eğer eşitsizlikten bahsediyorsak bunu mümkün kılan başka bir kavram çıkacaktır karşımıza o da; güç ilişkileri kavramı.
Hemen başka bir kavrama geçiyorum; liberalizm. Liberalizm kavramı da bildiğiniz gibi üzerinde çok tartışılan, çok konuşulan bir kavramdır. Ben burada liberalizmi, çok önemli ve öncü bir liberal iktisatçı olan Ludwig von Mises ‘ in tanımına referansla kullanacağım. Mises, liberalizmi tanımlarken “liberallerin temel talebi üretim araçlarının özel mülkiyetinin tesis edilmesi ve değerlenmesinin sağlanmasıdır” der. Mises’e göre liberallerin bütün diğer talepleri, özgürlük, eşitlik vb. buradan türemektedir Bu bence çok net ve açık bir tanımdır. Dolayısıyla, liberalizme dair yapacağım herhangi bir referans da bu tanım çerçevesinde olacaktır.
Bu söylediklerimi kendi konumuz dahilinde daha sonra bir araya getirmeye çalışacağım. Bu kavramlara ekleyeceğim bir başka temel kavram da, kapitalizme dair süreçten bahsettiğimiz için, ulus ya da uluslaşma kavramı olacaktır. Bu kavramları yeri geldiğinde açmaya çalışacağım. Bizim burada temel meselemiz nedir? Türkiye bir kapitalist ülkedir, kapitalizmin kendi mantığına dayalı olarak işleyen bir sürece göre bu özelliği kazanmıştır, bunu nasıl anlayabiliriz? Burada da tabii çok fazla argüman var, yani bu literatür çok geniş bir literatür, bu literatürde çok ciddi tartışmalar var. Bence bugüne kadar yapılan tartışmaların önemli bir kısmı ya da analizlerin önemli bir kısmında başka bir sorun var ki, bu sorun beni bu konuda kitap karıştırmaya ve okumaya itmiştir. O da Türkiye’deki kapitalist gelişmeye dair yapılan dönemlendirmeler meselesi. Yani nasıl bir mantıkla yapılıyor bu dönemlendirmeler. Mesela, çok sık rastlarsınız kitaplarda, işte Demokrat Parti Dönemi Türkiye Ekonomisi, Demokrat Parti Dönemi Türkiye Ekonomisi diye bir dönemlendirme hakikaten ne kadar mümkün ya da neye göre yapılmaktadır? Tabii buradaki esas referans bildiğiniz gibi siyasete endeksli bir dönemlendirme meselesidir ve şu anlamda önemli; Çünkü bu tür bir dönemlendirme aslında süreci anlamaktan ziyade, zamanla süreci anlamayı zorlaştıran bir perspektif haline geliyor.
Bu çerçevede temel sorumuz şu: Türkiye bir kapitalistleşme süreci yaşıyor, süreç elbette devam ediyor, bunu nasıl anlayacağız? Bu sürecin temel dinamikleri nelerdir, Türkiye’nin yaşadığı özgünlükler varsa nelerdir? Dolayısıyla da bu süreci nasıl dönemlemek ya da neye göre dönemlemek gerekmektedir? Başta verdiğim tanımları akılda tutarak baktığımızda; “Türkiye’deki kapitalistleşme sürecini anlamak” denildiğinde elbette 1920’li yıllar, temel bir dönüşüm ya da kırılma noktası olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda 1920’li yıllar Türkiye açısından kritik yıllardır, bunu anlamlı hale getirebilmek için ya da bunu olması gerektiği yere -belki biraz iddialı bir laf ama- koyabilmek için Osmanlı’ya dönüp bakmak lazım. Tabii şimdi böyle geriye doğru gitmenin sonu yoktur, onun için ben çok hızla o döneme dair önemli birkaç noktaya değinmek istiyorum. Osmanlı, bir kapitalistleşme sürecine girmiştir, bunu hangi tarihten isterseniz başlatalım; ama 1838 Ticaret Anlaşmasıyla beraber kristalize olan bir süreç başlamıştır. Bu sürecin esasına baktığımız zaman bu süreçte kritik olan, taraflar arasında asimetrik bir güç ilişkisinin geçerli olmasıdır. Kapitalistleşen Kıta Avrupa’sı, kapitalizmin sahip olduğu yayılma dinamiğinin sonucu olarak karşımıza çıkan farklı coğrafyaları içerme süreci ve nihayet Osmanlı’nın da bundan nasibini alması. Bu süreç iyice netleştiğinde karşımıza 1838’deki Ticaret Anlaşması gibi anlaşmalar çıkıyor. Dolayısıyla, Osmanlı’nın son dönemi asimetrik bir denetime dayalı bir kapitalistleşme süreci olarak anlamlandırılabilir ya da anlaşılabilir.
Böyle bir noktada şu önemlidir: Bu süreçte tabii siyasetçiler çok başka noktalara işaret edeceklerdir, sosyologlar başka noktalara işaret edeceklerdir, benim baktığım çerçevede bu eksen üzerinde biz neye göre bakmalıyız ya da neye göre değerlendirmeliyiz derken bir başka kavrama, birikim kavramına yeniden işaret etmek gerekecek Kapitalizm öncesi dönemlerde geçerli olan, toplumsal artığın birikim ve denetleme mekanizmalarının, kapitalistleşmeyle beraber geçirdiği dönüşüm ve nihai olarak “sermaye” kategorisinin birikim sürecine damgasını vurmasıyla yaşanmaya başlanan kapitalist sermaye birikim süreci. Bu noktada önemli olan, indirgemeci bir perspektifin zaaflarından kaçınabilmektir. Bunu sağlayacak olan ise sermaye birikimi kategorisinden ne anlaşıldığını açık ve net bir şekilde ortaya koymak olacaktır. Bu anlamda, kapitalist sermaye birikimi sadece soyut, iktisadi, dolayısıyla teknik bir süreç değildir. Kapitalist sermaye birikimi, sermaye kategorisinin tanımı gereği toplumsal bir niteliğe sahiptir. Sistem perspektifinden baktığımızda sermaye birikimi kategorisi, toplumsal bütünlük ve bunun yeniden üretimi sürecinde toplumu oluşturan tüm düzey, aktör ve bağlamları birbiriyle ilişkilendiren, kesişme aksını oluşturan bir yer ve işleve sahiptir. Dolayısıyla, “alt yapımı belirleyicidir, üst yapı mı?” tartışmalarında sürekli olarak karşımıza çıkan birinin diğerini tabii kılıp dışladığı bir ilişki değildir söz konusu olan. Zaman-mekan bağlamında anlam kazanan, karşılıklı etkileşime, yani diyalektik bir ilişkiye dayalı, birbirini bu anlamda tamamlayan iki düzeyin, eş zamanlı olmayan değişimini görmek, anlamak kritik bir önem taşır. Sermaye birikimi kategorisini böyle bir içerikle düşünüp kullandığımızda iktisadi indirgemeciliğin potansiyel olumsuzluklarını aşmak mümkün olacaktır.
Dolayısıyla, burada şunu söylemek mümkündür: Osmanlı’nın son dönemde yaşanılan kapitalist sermaye birikimi, denetimin asimetrik bir niteliğe sahip olduğu bir süreç olarak başlamış, 1920’lere kadar bu şekilde gelmiştir. Osmanlı’nın, son döneminde bu sürece müdahale etmeye dönük ciddi hareketler vardır; Meşrutiyet ilanları gibi. Meşrutiyet ilanları ayakları yere basmaya çalışan, diğer bir deyişle bir referansa göre ortaya çıkan müdahalelerdir. Burada “referans nedir?” diye sorduğumuzda dönüp kapitalizmin ortaya çıktığı dönemde Kıta Avrupa’sındaki netlik kazanmaya başlayan oluşumlara bakmak gerekecek. Aydınlanma Felsefesi’nin kendi içinde yaşadığı dönüşümün somut pratikler haline geldiği bu süreçte ortaya çıkan yönetmeye dair iddialar, laiklik, parlâmentarizm gibi dönüşümlerde ifadesini bulmuştur. Bu süreç, sermaye birikimine dair daha önce söylediklerimin net bir biçimde izlenebileceği bir dönemdir.
Bunların “Osmanlı’ya yansıması nasıl olmuştur?” Meşrutiyet ilanları, parlamenter denemeler vs gelir öncelikle; bunları çok hızlı geçiyorum. Bunun sonucunda karşımıza sürece bir başka müdahale denemesi olan, karışık yapısıyla İttihat Terakki ve temel iddiası olan “milli iktisat” anlayışı çıkar. İttihat Terakki’nin temel meselesi, sürmekte olan asimetrik denetime dayalı sermaye birikimine “bir şey” adına müdahale etmek; ama İttihat Terakki önce bunu çok oturtturamaz, yani mevcut objektif koşullar nedeniyle “o şey ne olacak?” sorusu sürekli değişecektir tarihinde. Örneğin, önce bir Osmanlılık esprisi vardır, Osmanlılık adına bir müdahale? Daha sonra bu tutmaz; çünkü objektif koşulları ortadan kalkmıştır, biraz İslam-Turan karışımı bir şeye döner, o da olmaz. En sonunda Türk milliyetçiliği meselesine doğru gider. Bu tabii eksik kalmış, bir anlamda bir uluslaşma deneyimidir, yarım kalmış diyelim. Yarım kalmasının da demin söylediğim gibi çok objektif nedenleri vardır.
Objektif nedenler derken buradaki benim aklımda olan şudur: Uluslaşma sürecinin taşıyıcısı burjuvazidir. “Osmanlı’nın son döneminde nasıl bir burjuvaziden bahsedebiliriz?” diye baktığımızda daha çok tabii Kıta Avrupa’sıyla bir şekilde ilişkisi olan, dolayısıyla var olan asimetrik ilişkiden nemalanan, komprador bir burjuva vardır; bunlar esas olarak Osmanlı’da azınlık olarak tanımlanan kesimlerden oluşurlar. Dolayısıyla, Osmanlı’nın son dönemindeki yaşanılan kapitalist sermaye birikimi sürecinde bu tür bir burjuva kompozisyonu, yani azınlıkların ağırlıklı olduğu bir burjuva kompozisyonu vardır ve bunlar birikim sürecinin kilit noktalarını, hem kendi adlarına hem Kıta Avrupa’sının bütün temsiliyeti adına tutarlar.
Böyle bir ortamda İttihat Terakki’nin sürece müdahale etmeye dönük iddiasının hayata geçmesinin nesnel koşulları pek yoktur. Koşulların oluşması için açık işgal ve işgale karşı gelişen Kurtuluş Savaşını beklemek gerekmektedir. Burada tabii bir başka kavram çıkacak karşımıza; o da “uluslaşma”dır. Peki uluslaşma nedir, bunu nasıl anlayacağız? Çok temel bir mesele, uluslaşma, önce bir ulus tanımıyla, dolayısıyla ulus bilinci ve/veya ulus düşüncesiyle başlar. Yani kurgulanan bir süreçtir. Yeni bir aidiyet, şemsiye bir kavram olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla, her uluslaşma süreci bu anlamda bu kurgunun mantığına uygun bir mekanizmaya sahiptir, bu da dışlama ve içerme diye tanımlayabileceğimiz, yani bazı unsurları tanım çerçevesine alma, bazı unsurları dışarıda bırakma. Söz konusu mekanizmanın nasıl işleyeceği verili koşullarla bağlı olacaktır doğal olarak.
“Dışlananlar kimler?”. Osmanlı’nın son döneminde sermaye birikiminin kilit noktalarında duran, süreci denetleyen azınlıkların önemli bir kısmı dışlanmıştır. Bu süreç elbette zamana yayılmış, hatta 1950’lere 6-7 Eylül olaylarına kadar uzanmıştır. “İçerilenler kimlerdir?” dediğimiz zaman uluslaşma sürecinin doğal bir bileşeni olarak, bir üst aidiyet olarak karşımıza, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çıkacaktır ve bunun altı da bir sürü farklı kökenden gelen insanlarla ya da topluluklarla doldurulacaktır. Kurtuluş Savaşında malzeme zaten bildiğiniz gibi Anadolu’dur. Dolayısıyla, Anadolu’da varolan topluluklar kısmen gönüllülük esası, kısmen zorla, tüm o mekanizmaların bir şekilde karşılıklı işlediği bir süreç sonunda şekillenmişlerdir.
Dolayısıyla, karşımızda bu dönüşümle beraber bir uluslaşma iddiası ortaya çıkacaktır. Bu iddiadan da artık Osmanlı’nın yaşadığı son noktada Batıya rağmen ya da kapitalizmin bu anlamda asimetrik bir denetimle yeşerdiği bu coğrafyada bir kapitalistleşme iddiasının temel bileşeni olarak uluslaşma sürecini anlamamız lazım. Çünkü uluslaşma dediğiniz mesele kapitalist bir kategoridir, yani kapitalizmin tarihine paralel olarak ortaya çıkar ve kapitalizmin kendi mantığı açısından da hem onu besleyen hem de sermayeler açısından bir tür farklı mevziler olarak tanımlayabileceğimiz oluşumlar olarak da ifade edilebilir. Yani Osmanlı’nın çözülme süreci tersten okuduğunda Balkanlardaki uluslaşma süreçleridir. Bu çözülmenin en son örneği Türkiye Cumhuriyeti’ dir.
Burada kritik olan, demin söylediğim anlamda mevcut sermaye birikimine iradi bir müdahalede bulunma potansiyeline sahip anlayışın, yapının ortaya çıkması ve bu anlayış doğrultusunda da mevcut ekonominin ulusal dönüşümünün sağlanmasıdır. Türkiye 1923 itibariyle, yani savaş biter, ertesinde Lozan Antlaşması imzalar, bundan sonraki süreçte Türkiye bu dönüşüme böylelikle ilk hareketini vermiş olur.
Temel mesele şudur: Bir tür müdahale süreciyle ileriye dönük olarak kapitalist toplum yaratma projesi. Bu proje o zaman bir dizi farklı kavramla ifade edilirdi. Yani kapitalizm fazla kullanılmaz, “muasır medeniyet”, “Batılılaşma” gibi kavramlar aslında kapitalizm anlamına gelmek üzere kullanılan kavramlardı. Evet, kapitalist temelde örgütlenmiş bir toplum yaratma projesi ve bu projenin taşıyıcısı olan tarihsel aktörler önemlidir. Tabii “tarihsel aktörler” dediğimiz zaman burada yine geriye dönüp referansa bakmamız lazım. Kıta Avrupa’sında kapitalizm ortaya çıktığında hangi tarihsel aktörler vardı, burada hangi tarihsel aktörler var? Bu konu da literatürde çok tartışmalı alanlardan biri 1920’li yıllarda Türkiye’deki sınıf kompozisyonu nasıldı, neydi ve dolayısıyla, yaşanılan dönüşüm bu sınıflarla nasıl ilişkilendirilmeli? Kapitalizmin ortaya çıktığı süreçlerde temel aktörler sınıflardır, yani burjuvazidir, işçi sınıfıdır, bunların arasında köylüler vardır, aristokrasiyle mücadele halindedirler vs. Türkiye ya da benzeri deneyimlere baktığımızda Türkiye’deki deneyimde karşımızda gerçekten bir burjuvazi sınıf olarak yok, “işçi sınıfı” diyoruz; ama hangi anlamda diyoruz? Çünkü o döneme dair yapılan tartışmalarda sınıf kompozisyonu konusunda bence ciddi bir anlam kargaşası olmuştur. “Sınıf var mıdır, yok mudur?” konusuna kadar giden bir tartışmadır bu.
“Sınıf var mıdır, yok mudur?” diye bir şeyi tartışmak çok mantıklı değil, toplumlar sınıflıdır. O zaman bizim kullandığımız ya da bizim anladığımız anlamda sınıfı nasıl ayırt edeceğiz? Burada kritik olan şudur; Herhangi bir sınıf kendi adına tarihin akışına müdahale etme iradesine sahipse tarihsel olarak bir aktördür, bir sınıftır, ama tarihsel olarak da müdahale etme gücünden yoksun olduğunda sadece vardır. O zaman nasıl olacak bu mesele? Evet, bu durumda karşımıza sınıf temsiliyeti üzerinden varolan diğer aktörler çıkacaktır. Türkiye’de bu anlamda objektif olarak sınıf temsiliyetine sahip olan asker-sivil bürokratlardır. “Sınıf temsiliyeti burada nerede karşımıza çıkar ya da nasıl bir anlamı vardır?” Zaten bir kapitalist toplum yaratma projesinden bahsediliyorsa, bunun taşıyıcılığını ve bu süreci denetlemeyi kendilerine bir misyon olarak addetmişlerse burada ciddi olarak bir temsiliyet meselesi vardır. Kendilerinin kökenleri ne olursa olsun, yani herhangi bir sınıfa ait olup olmamaları bu anlamda çok önemli değildir.
Dolayısıyla, 1920’li yıllarda sınıf temsiliyeti esasına dayalı bir dönüşüm yaşanmıştır; bu anlamda Türkiye bir burjuva devrimi yaşamıştır. Ama bu sınıflarda temsiliyet meselesini akılda tutarak bunu söylüyorum. Sonuçta bir dönüşümdür, ileriye dönük olarak model ve proje bellidir, mesele bunun nasıl hayata geçirileceğidir. Tabii o dönemin koşullarında bunun hayata geçirilmesi sadece Türkiye’yle bağlı bir şey değil, konuşmanın başında sistemden bahsettik hatırlarsanız o tanım çerçevesinde; bir, dünyadaki genel eğilimler, artı Türkiye’deki mevcut dinamikler, bunların karşılıklı etkileşimi.
Çok kısaca dünyaya baktığınızda, dünya 1900’lerin başı itibariyle, hatta 1830’lardan sonraki süreçte bir tür krize dolayısıyla gerilime girer ve bu gerilim nihayetinde Birinci Dünya Savaşıyla noktalanır. Birinci Dünya Savaşı, somut yani başlanılmasına neden olan amaçlara hizmet eden bir savaş olmamıştır. Hegemonya sorunu çözülmemiştir; dolayısıyla, coğrafyanın paylaşımına dair sorun netleşmemiştir ve bu sorunlar daha sonrasına ertelenmiştir. Bu sorunlar da biliyorsunuz Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşında asgariye indirilecektir ya da büyük oranda çözülecektir. Tam böyle bir konjonktürde uluslaşma iradesi olarak; dolayısıyla, her uluslaşma bir egemenlik iddiasıdır, bir coğrafyadaki birikimin olanaklarını bir temsiliyet adına denetleme ve o çerçeve içinde de ileriye dönük bir toplum yaratma projesi. Bu dediğim gibi farklı isimlerle adlandırabilir, işte muasır medeniyet seviyesine çıkmak, batılılaşmak ya da modernleşmek vs gibi.
Dikkat ederseniz “uluslaşma” dedik, o zaman uluslaşmanın temel kategorileri nelerdir, yani biz bunu nasıl, neyle ayırt edeceğiz? Bu noktada hukuksal düzenlemeler, hukuksal farklılaşmalar kritik bir öneme sahiptir. Dolayısıyla, örneğin aydınlanmayı izleyen süreçte sekülarizm, laiklik meselesi bugün Türkiye’deki tartışmanın çok daha ötesinde siyaset yapmaya, yönetmeye dair bir iddiadır. Dolayısıyla, laiklikte ne olmuştur? Artık yönetme hakkı tanrının birilerine bağışı olmaktan çıkartılmış, herkes için olabilecek ya da herkesin bir şekilde müdahale edebileceği hukukun garantisi altında bir alana taşınmıştır.
Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanacaktır; ama artık burada tabii bir mekanizmanın sürekli işlediğini görmemiz lazım. Kapitalizme dair yaptığımız o tanım çerçevesinde temel eksen eşitsiz ve bileşik gelişmedir demiştik. Eşitsiz ve bileşik gelişme dediğimiz zaman aslında burada sadece iktisadi bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Yani nasıl ki, sermaye birikimi sadece iktisadi bir süreç değilse, eşitsiz ve bileşik gelişme de sadece iktisada dair bir ilişki değildir, bir etkileşim değildir, olası tüm alanlarda işleyen bir mekanizmadır.
Mesela, “eşitsiz ve bileşik gelişme” dediğimiz zaman uluslaşma sürecinde bunu izleyebilirsiniz. Uluslaşma sürecinin Kıta Avrupa’sındaki örneklerine baktığınızda kapitalizmin gelişme dinamikleriyle beraber bunu düşündüğümüz zaman nasıl bir yapılanma ortaya çıkmıştır? Kıta Avrupa’sında kurumları oturmuş, dolayısıyla, güçlü ulus-devletler ortaya çıkar. Hukuksal dönüşüm en ince ayrıntısına kadar düşünülüp, hayata geçirilmiştir; dolayısıyla, hukuksal yapı sistemin kendisini yeniden üretme mekanizmasının en önemli unsuru ya da ayağı haline gelmiştir.
Geç uluslaşan ülkelerde, Türkiye’de, Balkanlardaki diğer ülkelerde ve daha sonra yaşanılan uluslaşma deneyimlerinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına paralel olarak ortaya çıkan kurumsallaşma, referansı kadar güçlü ve sağlam olmamıştır. O zaman karşımıza başka bir yapılanma çıkacaktır, geç uluslaşan ülkelerde merkezdeki güçlü ulus devlet yapılarına karşılık daha zayıf ulus-devletler; ancak kurumsallaşmanın zafiyetini telafi edecek kadar da otoriter yapılar.
Dolayısıyla, 1920’li yıllarda yeni bir toplumsal sistemin öncelikle meşruiyetine dair bir sorun vardır, bu meşruiyet nasıl sağlanacak? Yani insanların gözünde böyle bir sistemin haklı kılınması lazım; bunun bir sürü mekanizması vardır, bu gönüllülük esasına göre olur, bu bir tür zorla olur; ama bu meşruiyet sorunu her uluslaşma sürecinin kritik noktalarından bir tanesidir.
Elbette önemli olan sadece böyle bir dönüşümün yaşanmış olması değil, esas itibariyle bu dönüşümü sürekli kılacak mekanizmaları devreye sokabilmek. Yani kendisini, sistemi, yeniden üretir hale getirebilmek burada yine karşımıza hukuk çıkacaktır, hukuksal düzenlemeler çıkacaktır, ders kitaplarında anlatılan tüm hukuksal alanların yeniden düzenlenmesi, yeniden tasarlanması meseleleri.. Elbette temel mesele kapitalizmin tanımına uygun bir hukuk sisteminin oluşturulması. Diğer bir deyişle, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve buradan türeyen hakların garanti altına alınacağı dolayısıyla sürekliliğin sağlanacağı bir yapılanmayı ortaya çıkarmak.
Türkiye’de yaşanılan kapitalistleşme sürecine bir tür müdahale etmek arzusunda olan; ama çok da fazla bu potansiyele sahip olmayan taraflar var. Bu taraflar 1923 İzmir İktisat Kongresinde bir şekilde bir araya geldiler. İzmir İktisat Kongresindeki temsiliyet ne esasınadır? Bir yönden bakarsanız, sınıf esası gibi görürsünüz, diğer yönden bakarsınız meslek esasına göredir. Ama kritik olan şudur: Örneğin, sınıf esası dediğinizde amele birliği vardır ameleleri temsilen. Peki bunlar kimdir, nasıl ortaya çıkmışlardır, nasıl bir temsiliyettir; aslında orada temsil edilen ameleler, yani o dönemin işçileri, Milli Tüccar Derneğini kuran Karaköy’de liman işletmesinin imtiyazını alan Ahmet Hamdi Başar, Limancı Hamdi diye de bilinir, limanda çalışan işçilere bir dernek kurdurtur ve bunlar da kongrede ameleleri temsil ederler. Dolayısıyla, mesela sınıf temsiliyeti dediğimiz zaman da hangi sınıf, kim tarafından, nasıl temsil ediliyor, buralarda da ciddi sorunlar var.
Kongrede büyük toprak sahipleri temsil edilir, ticaret burjuvazisi temsil edilir, zaten sanayi diye bir oluşum objektif olarak yoktur. İzmir İktisat Kongresinde, en başta vurguladığım anlamda liberalizmin tanımladığı kararlar alınır. Sanayi Teşvik Kanunu vardır, aşarın kaldırılması vardır; bunların hepsi bir taraftan da meşruiyet sorununa dönük hamlelerdir ve önemlidir de, yani aşarın kaldırılması bir taraftan ciddi olarak meşruiyet meselesidir. Çünkü aşar Osmanlı’dan gelen bir vergi, bir başka yönetim iddiasıyla ortaya çıkan kadro açısından meşruiyeti zedeleyen bir şeydir. Ayni olarak alınan; dolayısıyla, parasallaşmamış ekonomiye ait bir vergiyi siz parasallaştırmaya çalıştığınız ekonomide kullanamazsanız, bunun kalkması lazım. Ama aynı zamanda “verginin muhatapları kimlerdir?” diye baktığınız zaman Türkiye’nin yüzde 90’ı o dönem köylüdür, hatta yüzde 95’i diyelim. Dolayısıyla, onların gözünde meşruiyet kazanılabilmesi açısından da bu önemli bir atak olmuştur.
Burada bir başka soruna, daha sonra da yeniden dönmek üzere kısaca değinmek istiyorum o da Türkiye’de 1923 itibariyle başlayan kapitalist gelişme sürecinin dönemlendirilmesine dair bir mesele. Genel olarak kitaplarda döneme ait şu şekilde bir tanım yapılır; 1920’li yıllar, 1929’a kadar Türkiye ekonomisi liberal bir ekonomidir, Dünya krizi başlar, bundan sonra devletçi ekonomi olur, ondan sonra savaş vardır, sonra Demokrat Parti döneminde yeniden liberal olunur vs. Bu bence tamamen sürecin anlaşılmaması üzerine kurulmuş bir dönemlendirmedir.
Burada soruna biraz daha mesafe koyup en sonunda söyleyeceğim şeyi şimdi söyleyerek devam edeceğim. Bence başta yaptığım, yani liberalizme dair tanım çerçevesinde özel mülkiyetin tesis edilmesi, sürekliliğin sağlanması ve değerlenmesinin, koşullarının yaratılması olarak ifade edilen tanım çerçevesinde Türkiye’de öncelikle 1923’ten bugüne kadar geçen süreci, sermaye birikimi sürecini – liberal olarak tanımlamak mümkündür ve ben de öyle tanımlıyorum. Çünkü, liberalizm kapitalizmin kurucu ideolojisidir. Dolayısıyla örneğin, devletçilik denilen uygulamalar da benim referans verdiğim tanımın tam içinde olan tasarruflardır. Yani devletçilik olarak tanımlanan uygulamalar ya/da müdahaleler hiçbir zaman tarihsel olarak liberalizmin dışladığı ya da karşısına aldığı bir uygulama olmamıştır. Bu çizgideki tartışma esas itibariyle liberalizmin nitelik ve sınırlarına yöneliktir.
1923 itibariyle süreci bütün iniş-çıkışlarıyla ve farklılıklarıyla neye göre tanımlayacağız? Dolayısıyla, bir dönemlendirme yapmamız gerekiyorsa burada neleri esas alacağız? Böyle yaklaşıldığında, 1923 itibariyle Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinden, tabii artık ulusal bir kapitalistleşme sürecinden bahsediyoruz. Yani mevcut birikimin yerel olarak denetlenmesine dayalı bir egemenlik iddiasının ortaya atıldığı ve kendi mantıki sonucuna ulaştığı bir ulus-devlet yapısı ve yönlendirdiği bir sermaye birikimi süreci. Böyle bir çerçevede 1923’ten bugüne kadar geçen sürecin ana aksını bence anlamak için kullanmamız gereken temel kavram kapitalist sermaye birikimi kavramı. Kapitalist sermaye birikimi sürecinin dolayısıyla kendi iniş-çıkışlarına paralel bir anlama çabası, belki süreci daha da net hale getirecektir. Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin bu tür perspektifle ele alınırken kırılma noktaları nerededir ya da bir döneme endeksli olarak bu süreci anlayabilir miyiz?
Burada bir başka noktaya daha işaret etmemiz gerekecek; çünkü Türkiye’ye dair ya da herhangi bir ülke de olabilir- sadece o ülkeye bakarak bir şey söylememiz son derece eksik kalacaktır. Eğer biz sistemin bütünselliğinden bahsediyorsak, kapitalizmin bütünselliğinden bahsediyorsak bütünün içinde yer alan parçanın yani, bu durumda herhangi bir ülkenin sahip olduğu dinamikleri ve özelliklerini göz önüne almamız lazım. Ama bir de içinde yer aldığı bütünün genel eğilimlerini ve dolayısıyla parçayla bütün arasındaki ilişkiyi, bunlar arasındaki karşılıklı etkileşimi göz önüne almak gerekmektedir. Kurulan ilişkinin sonucunda nasıl bir yapı çıkmaktadır? Bunlara bakarak ancak tüm bu süreçleri anlama şansımız olacaktır diye düşünüyorum.
1920’li yıllar, bir taraftan uluslaşma projesinin hayata geçirildiği yıllardır, bunun kendi içinde sorunları vardır, yani bugün tartışılan sorunların önemli bir kısmı o dönem bir şekilde var kılınmıştır. Yani bunu siyasal İslam’dan Kürt meselesine kadar götürebilirsiniz, tüm bu alanlardaki gerilimlerin elbette ki, kuruluş sürecinde yapılan tasarruflarla çok doğrudan ilişkisi vardır. Böyle bir uluslaşma projesinin, dolayısıyla ulusal bir kapitalizm yaratma iddiasının o dönem objektif koşulları var mıydı,? Daha önce vurguladığım çerçevede, uluslaşma bir egemenlik iddiasıdır, bir irade beyanıdır. Bunu önce öyle yada böyle sisteme kabul ettirmeniz lazım, sonra içeride bunun meşruiyetini sağlamanız lazım; bu iki ayak bir şekilde birbiriyle ilişkilendirilmek zorundadır ki, ortaya somut bir tablo çıksın.
1923 itibariyle özellikle Lozan Antlaşmasıyla Türkiye’deki uluslaşma süreci tescil edilmiştir. Yani tamam, siz artık bir ulus-devletsiniz ve buna göre de sistem içinde bir yeriniz var. Bu önemlidir, çok önemli bir meseledir. O dönemin bir başka çok önemli iddiası nedir? Bir ulusal burjuva yaratma meselesi; hemen sabahtan akşama olacak bir mesele değildir, sürece bağlı bir şeydir; ama bu iddia da çok önemli, ifade etmeye çalıştığım liberalizm tanımına da uygun bir iddiadır. Yani işi sahibine teslim etmenin başka bir ifade ediliş biçimidir; ama bu uzun bir zaman alacaktır. Türkiye 1920’li yıllarda bir hukuksal yapısını, kapitalizmin kendini geliştirebileceği bir forma dönüştürmüştür. Mevcut toplumsal ilişkilerini bu hukuksal yapıya bağlı olarak yeniden tanımlama sürecine girmiştir. Tabii öbür önemli ayak ekonomik yapısına da konjonktürün izin verdiği ya da mümkün kıldığı sınırlar çerçevesinde dönüştürmeye dair bir iddiayla ortaya çıkmıştır. Dönüştürme dediğimiz zaman mevcut ekonomik yapının, tarıma dayalı yapının çözüp sanayiye dayalı bir yeni yapıya dönüşmek. 1920’li yılların temel meselesi budur. Bu dönüşüm sadece o döneme ait bir mesele olmamıştır. Türkiye’de bugün hâlâ biliyorsunuz tarımla uğraşılmak durumunda, farklı bir mantıkla da olsa uğraşılıyor.
Dolayısıyla, 1920’li yılların sonlarına gelene kadar bazı kısıtlar vardır. Örneğin, Lozan Antlaşmasının kısıtları vardır, işte “1917’deki gümrük tarifelerini 1929’a kadar değiştiremeyeceksiniz” derler, gümrükler sıfırdır; böyle bir taahhüt yapar Türkiye. Bu döneme “liberal” denilmesinin tek nedeni de liberalizmi bir tür dış ticaret serbestliği olarak tanımlanmasıdır.1929’a kadar Türkiye dışa açık bir ekonomik yapıya sahiptir. Tabii bu sermaye birikiminin ulusal denetimini önemli oranda etkileyen ya da sınırlayan bir meseledir. Yani kendi birikim olanaklarınızı denetleyebilmeniz sizin kendi egemenlik sınırlarınızı da denetleyebilmenizden geçer. Yani o dönem bir Misakı Milli sınırı iddiası vardır, bunun için ciddi çatışmalar yaşanmıştır. Dönemin önemli vurgularından biri “siyasal bağımsızlığı kazandık ama bunu iktisadi bağımsızlıkla tamamlamamız lazım” dır.
Bu vurgudan hareketle “Misaki Milli” denilen ulusal sınırı iktisat açısından değerlendirdiğinizde, ya da bunu iktisada tercüme ettiğiniz zaman karşımıza “ulusal pazar” çıkar. Böyle bir bütünsellik içinde, bu pazarın olanakları nasıl denetlenecek, bu pazardaki mevcut tüm dinamikler sermaye birikiminin mantığına uygun bir şekilde yeniden nasıl bir araya getirilecek? Mesele zaten budur. 1929’a kadar geçen süreçte öncelikle bu denetimin bir ayağı önemli oranda eksiktir, yani mevcut koşullarda içeriye giriş ve çıkışları, dolayısıyla pazarı denetleyemiyorsanız hareket kabiliyetinizin de sınırları vardır. Lozan Anlaşmasının başka sonuçları da vardır; ama bizim açımızdan ilk etapta bu durum önemli. 1929 yılında gümrüklerden kaynaklanan söz konusu iç kısıtlama kalkar ancak aynı zamanda 1929 dünya kapitalist sistemi açısından yeni bir döneme de işaret eder, bu da dünya ekonomisinde bir krizin çıkması. Dünya ekonomisinin hiyerarşik yapısında, I. Dünya Savaşı öncesinde başlayan bir çözülme süreci vardır, 1929 itibariyle kriz nedeniyle tamamen dağılmıştır. Dolayısıyla, o hiyerarşik yapının ortaya çıkarttığı sınırlılıklar da parçalar açısından bu süreçte en azından ciddi oranda gevşemiştir. Ayrıca bunun üzerine bir de Türkiye açısından yeni uluslaşma projesinin iddiaları binmektedir.
Bunların hepsi bir araya geldiğinde karşımıza 1929 itibariyle Türkiye’de , “devletçilik” olarak adlandırılan bir süreç başlar. Devletçilik konusunda bir çok tartışma vardır, ayrıca bu konu dönemin aydınları arasında da yapılan tartışmadır. 1930’lu yıllarda Türkiye’de uygulanılan iktisat politikaları devletçi olarak nitelendiği zaman, birileri “devlet kapitalizmi” der. Ben bu perspektiften bakarak “devletçilik özel sektöre karşıdır” türü iddiaların çok sağlıklı olmadığını özellikle de devlet kapitalizmi tanımının son derece kafa karıştırıcı olduğunu düşünüyorum.
Hayır, devletçilik özel sektöre karşı değildir, eğer kapitalizmden bahsediyorsak, kapitalist bir ekonomik yapılanmadan bahsediyorsak devlet, kapitalist bir ekonomide ya da kapitalist bir sistemde, kuruluş aşamasında, kuruluşun koşularını yaratmakta kritik bir aktördür; çünkü devlet yukarıda duran bir şey değildir, toplumdaki sınıfların bir şekilde temsil edildiği yapıdır. Dolayısıyla, toplumla organik bağı vardır. Bu anlamda devletçilik denilen süreç özel sektörün önünde bir engel değildir, sistemin uzun dönemli çıkarları adına o dönem devletin müdahaleleri önemlidir. Bu müdahaleler özel sektöre rağmen ya da ona karşı yapılan müdahaleler olmamıştır.
Araştırmalara bakarsınız, Türkiye’deki özel sektöre ilişkin yapılan, örneğin Erdoğan Soral’ın 1970’lerde yaptığı bir araştırmada, özel sektörün hızla ivme kazandığı yılların ilk dönemi, devletçilik yıllarıdır. Şu an oran aklımda değil; ama orada işte “devletçilik yılları, Demokrat Parti dönemi” falan diye gider. Nihayetinde “ne olmuştur?” devletçilik uygulamalarıyla, plan dahilinde bir sanayileşme eşiği atlanır, zaten 1937’den sonra da başka bir planda uygulanmaz. Yani devletçiliğin bu anlamda çok da uzun bir ömrü olmamıştır.
Burada kritik olan kapitalizmin gelişmesi için, asgari koşulların bilinçli olarak yaratıldığı ilk dönem olmuştur. Yani iradi müdahalenin en bilinçli olarak yapıldığı “devletçilik” dönemdir ve bu anlamda da sistemin mantığına uygun bir müdahaledir. Yani kapitalizmin gelişmesine dair müdahaledir; bu anlamda da devlet, ne özel sektöre karşıdır ne de kendi adına müdahale etmek gibi meselesi vardır, zaten objektif olarak da olamaz.
Burada tabii başka tartışmalar var, “kapitalist bir toplumda ya da sistemde devlet nerede durur ne yapar, sınıf temsiliyeti nasıldır?” vs. gibi tartışmalar. Devletin göreli bir özerkliğinden bahsedilir, bu kavram tartışmalıdır; ama ben bunu kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü devleti sınıflarla ilişkilendirirken, kritik öneme sahip olan, sistem kavramı, daha önce tanımladığımız haliyle devletle arasındaki ilişkiyi de göz önüne aldığımız zaman, sistemin uzun dönemli çıkarları söz konusu olduğunda devletin tasarrufları mevcut sınıflara rağmen olabilir. Bu bağlamda sınıf dediğimizde, kişiler ya da şu firma ya da bu firma değil, tarihsel bir aktör olarak sınıftan ve sınıf temsiliyetinden bahsediyoruz. Bu anlamda önemli olan o dönem var olan kişiler vs değil, sınıf kategorisinin sürekliliğini sağlayacak asgari koşulların yaratılmasıdır ve devlet de bu işlevi yerine getirmiştir; bu anlamda da 1930’lu yıllarda ilk sanayileşme eşiği sağlanır. Bu dönem bir taraftan da artık sınıfların yavaş yavaş ve doğal olarak şekillenmeye başladığı yıllardır.
Bu süreç, 1939 yılı itibariyle, İkinci Dünya Savaşının çıkmasıyla kesintiye uğrar. İkinci Dünya Savaşı aslında Birinci Dünya Savaşından ertelenen çözülmemiş, çözüme ulaşamamış sorunların neticesinde ortaya çıkan bir savaştır ve Türkiye’nin tek şansı o dönem bu savaşa fiilen girmemiş olmasıdır. O dönem İsmet İnönü ve siyasal kadrosunun basireti böyle bir yıkımı önlemiştir, o gün için ve daha sonrası için çok önemlidir.
Burada kritik olan şudur: 1945 itibariyle Türkiye’deki kapitalist dönüşümün ne kadarının iradi olarak belirlenebileceği, yani yerel olarak belirlenebileceği, ne kadarının dışarıyla ilişkilendirilebileceği sorunudur. Artık 1945 itibariyle, aşağı yukarı yüz yıllık kargaşa ve belirsizlik dönemi nihayete erer ve dünyada kapitalizmin yeniden kurgulanacağı yeni bir döneme girmiştir. Dolayısıyla, kapitalizmin dayandığı temel, hiyerarşik yapı yeniden oluşturulacaktır, en başta söylediğimiz haliyle bunun sürekliliğini sağlayacak yeni oluşumlar, yeni kurumlar devreye girecektir. Böylece kısmen 1920’li yıllarda; ama esas olarak 1930’lu yıllardaki dünya kapitalizmindeki hiyerarşinin parçalanmışlığının sağladığı olanakların artık sınırına gelinmiştir. Artık dünya ekonomisinde yeni bir işbölümü oluşacaktır, kapitalizmin mantığına uygun işbölümü hiyerarşi, güç dengeleri ya da güç ilişkilerine bağlı olarak biçimlenecektir ve Türkiye de burada bir şekilde yer alacaktır. O zaman artık bu 1920’li ve 1930’lu yıllardaki tartışmalar bir başka biçime dönüşecektir. Ama bu boşluk anlamına gelmez; Dışarıdan gelen bir etki, yani sistemden gelen etkiler var, bir de içeriden gelen etkiler var. Bu ikisi bir şekilde uyumlu hale gelir. Yani tarihsel ve toplumsal anlamda, toplumlarda Mübeccel Kıray hocanın dediği gibi boşluk olmaz, bir şekilde bu boşluk dolmak durumundadır ve dolar da.
Türkiye’de savaş yılları aslında sermaye birikimi açısından ticari sermayenin çok hızla biriktiği, yani birikimin esas olarak ticari sermaye lehine işlediği bir süreç olarak çıkar karşımıza ve dolayısıyla daha sonraki süreçte siyasal iktidara karşı iddiaların bu savaş yıllarında edinilen güçle ciddi ilişkisi vardır. Yani bu koşullarda artık sınıfların kristalleşmeye başladığı, hafif hafif uç vermeye başladığı, kendi adlarına bir güç olma iddialarının hemen hemen şekillenmeye başladığı yeni bir süreç başlar Türkiye’de. Örneğin, bunu en iyi anlatan şey 1948 yılında yapılan İktisat Kongresidir. Bin kişilik bir davetli vardır, Tüccar Derneği düzenler, ciddi olarak işçiler ve köylüler dışında tüm sınıf ve kesimlerin temsil edildiği bir kongredir ve ayrıca mevcut siyasal iktidara rağmen gerçekleştirilmiştir. Bir sınıfsal kompozisyon bu anlamda şekillenme sürecine girer ve dolayısıyla bu şekillenmenin objektif sonuçları da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayacaktır.
Çok kabaca şunu söyleyeyim: Bu noktaya kadar konuştuğumuz çerçeveye bir ad koymak gerekiyorsa aslında bu bir kuruluş dönemi olarak tanımlanabilir. Yani diğer söylediklerimle ilişkilendireceksek, benim liberalizme dair yaptığım ya da kendi açımdan kabul ettiğim tanım çerçevesinde; liberalizm kapitalizmin bir kuruluş ideolojisidir, bu süreç de bu tanıma uygun yaşanmıştır, hayata geçmiştir. Elbette, tarihte öyle bıçakla keser gibi “bugün bitti, yarın başka bir şey başladı” demek mümkün değil, toplumda da mümkün değil. En kaba haliyle 1945 itibariyle başlayan süreç artık eskisi gibi olunamayacak yeni bir sürece de işaret etmektedir. Bu noktada başka kavramları da devreye sokmak gerekir.
Daha önce vurguladığım gibi; Kapitalist sermaye birikimi uluslararası düzeydeki gelişme eğilimleri açısından hem uluslararası hem de tek tek ülke bazındaki gelişme eğilimleri açısından eşitsiz ve bileşik bir gelişme sürecidir. Sürece çok uzun vadeli baktığımız zaman, yani kapitalist bir sermaye birikimi sürecine çok uzun vadeli baktığımızda bunun objektif çok temel iki sonucu vardır. Bunlardan bir tanesi bu sürecin sürekli bir mekânsal genişlemeye dayanması, mekânsal genişleme sistemin uluslararası düzeyde yeniden üretimi için kritik bir mesele. Bir de buna paralel olarak işleyen, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması dediğimiz, teknolojik gelişme ve rekabet mekanizmasının işlemesiyle yaşanan süreç.
“1945 itibariyle ne değişti?” sorusuna bu çerçevede geri döndüğümüzde yeniden yapılanma, elbette sermaye birikiminin uluslararası düzeyde geldiği noktanın ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekillenmeye gidecek, ayrıca ulusal ekonomiler de ortaya çıkacak kendi özgünlükleriyle bir anlamda yeniden yapılanmaya entegre olacaklar. Azgelişmişlik ve/veya gelişmeye ilişkin literatürde yapılan tartışmalarda iç dinamik-dış dinamik karşıtlığı vardır, yani her şeyi iç dinamikle açıklayanlar vardır, her şeyi “ dışarıdan gelen etkiler ” ile açıklayanlar vardır. Bu tür bir karşıtlık bence çok anlamlı değil, bir kısım çalışmalarda da aynı şey söyleniyor zaten. İç ve dış dinamik denilen etkilerin bir şekilde karşılıklı uyum ya da dengesinin nerede kurulduğu entegrasyon açısından kritik bir öneme sahip. Dolayısıyla, bir ülkenin uluslararası yeniden yapılanan işbölümüne entegrasyonu dediğimiz zaman uluslararası yapıdan gelen etkiler önemlidir; böylelikle, sermayenin uluslararası düzeydeki beklentileri ve geldiği noktadaki ihtiyaçları önemlidir. Artı bir de hangi ülke, Türkiye örneğinden bahsediyorsak, Türkiye’nin bu süreçteki kendi iç dinamikleri önemlidir. İki düzeyin karşılıklı etkileşimi ile bir tür uyum süreci sonunda geçerli güç ilişkilerine bağlı olarak bir denge oluşacaktır ve entegrasyon da buna uygun olarak gerçekleşecektir. Bu uyum süreci doğal olarak karşılıklı bir tür alışveriştir, geçerli olan mantığa göre işleyen alışveriştir. Siz entegre olmak istiyorsanız, sizin ödeyeceğiniz bedeller vardır, sistemin sizi içermek gibi sorunu varsa onun da ödeyeceği bedeller vardır, bu ikisi arasında zaman içinde bir denge oluşur. Söz konusu uyum sürecinin sonucunda, uzun dönemli baktığımız zaman karşımıza stratejiler çıkacaktır. Yani daha sonra kaynaklara kalkınma stratejileri ya da gelişme stratejileri olarak giren stratejiler çıkacaktır.
Türkiye, iç dinamikleri ya da toplumsal yapısına dönük ciddi sonuçları olacak kararlar alarak bu sürece entegre oldu ve neler yaptı? Önce bildiğiniz gibi o klasik ayrım, özgür dünya, doğu-batı blokları meselesi çerçevesinde öncelikle bir siyasal yönetim biçimine dair bir tasarruf ortaya çıkması gerekiyordu. Yani tek parti yönetimi artık, yaşanılan süreç sonucunda meşruiyetini kaybetmişti. Dolayısıyla, öncelikle çok partili hayata geçme kararı vardı ve bunu almak zorundaydılar, dışarıdan böyle bir istek vardı, elbette bu sadece dışarıdan gelen bir istek de değildi.
İçeride tek partinin içindeki klikler üzerinden götürülen sınıf temsiliyeti olan bir muhalefet ve bunların talepleri vardır. 1945’li yıllara kadar geçen süreçte sınıf temsiliyetleri daha netleşmişti. Ticari sermaye açısından baktığımızda daha olgunlaşmıştı da diyebiliriz. Özellikle ticaret sermayesinin ağırlıklı olduğu muhalefet ve bunun sonucunda karşımıza Demokrat Parti oluşumu çıkar ve bundan sonra Türkiye’deki sürecin önemli bir kısmı bu ikilem üzerinden tartışılmaya ya da anlaşılmaya çalışılır. Çünkü Demokrat Parti “devletçi” olarak adlandırılan uygulamalar ya da Halk Partisinin devletçi olması ya da kendisini öyle tanımlıyor olması nedeniyle kendisine “liberal” der. Böyle bir yapay ayrım ondan sonra Türkiye’deki bütün tartışma süreçlerinde önemli olacaktır, Halk Partisi devletçidir, Demokrat Parti liberaldir; bundan sonra iki aks üzerinde sürekli bir tartışma yürür. Baştaki tanımı düşünürsek yapay bir ayrımdır. Dolayısıyla, devletçiler veya liberaller ya da devletçilik veya liberalizm türü bir ayrım kendi sistemsel bütünlüğü açısından son derece yapaydır. Sürecin anlamasının zorlaşmasında bunun da bir etkisi vardır. Ayrıca yeni kurulan dünya iş bölümü çerçevesinde soruna yaklaştığımız zaman, dışarıdan gelen etkileri de hesaba kattığımızda artık süreci anlamaya dair değişkenler çok farklılaşacaktır.
Türkiye bu tür bir siyasal dönüşüm yaşar ve ticaretini liberalize eder. Burada liberalizm sadece teknik bir içeriğe sahiptir, “ticaretin liberalizasyonu” denildiği zaman serbest yapılması anlamına gelir. Gümrük vergileri, kotalar vs.lerle siz artık içerideki birikimi kontrol etmeyeceksinizdir, ilk etapta bu önemlidir yani entegre olmak için gerekli, yapılması şart olan koşullardır bunlar.
Bir başka mesele, bir devalüasyon yapma zorunluluğu vardır; çünkü Türk parası çok değerlidir; bu devalüasyonun da teknik olarak baktığınız da objektif herhangi bir iktisadi mantığı yoktur. Yani “Türkiye ihracatını arttırmak için devalüasyon yaptı” derler bazıları, ihracat ürünü yoktu ki zaten der. Birkaç tarımsal ürün vardı, tarımsal ürünün ihracatını da ha deyince bir devalüasyonla artıramazsın, hem dış talebe bağlıdır, hem artı üretim koşulları tamamen iklime bağlıdır, artı en önemlisi teknolojiye bağlıdır. Tarımda kullanılan teknoloji neolitikten bu yana, yani neredeyse on iki bin yıldır, karasabandı. Dışarıdan gelen bir başka etkinin sonucu olarak, içeride ticaret burjuvazisinin de büyük desteğiyle, bu iki etki arasında kurulan dengeyle böyle bir devalüasyon yaşandı. Çünkü bunlar IMF’ye üye olmanın şartlarıdır, eğer bunlar gerçekleşmezse IMF’ye üye olamazsınız, IMF’ye üye olamayınca da sanıyorum dönemin Başbakanı Saraçoğlu’nun deyimiyle “dünya ticaret nizamından tecrit” edilirsiniz, kimsenin böyle bir tercihi olamaz, hele ki öyle koşullarda. Böylece bu ikisi arasında bir denge sonucunda karşımıza artık sınıfsal temsiliyetin yavaş yavaş olgunlaşmaya başladığı yeni bir kapitalist gelişme süreci başlar. Yani sermaye birikimi, özellikle ticaret sermayesi ciddi bir olgunluk aşamasına gelir.
Türkiye’nin bu entegrasyon sürecinde toplumsal yapıya dair önemli sonuçları olan gelişme Marshall yardımı kapsamına alınmış olmasıdır. Bu durum uluslararası yeniden yapılanmanın mantığına uygun bir tasarruftur. Stratejik bir mesele vardır, doğu ve batı gibi soğuk savaş koşullarında bir bloktasınız, diğer bloğun da tek sınır komşusunuz; burada tabii çok kritik bir jeopolitik avantaj vardır. Türkiye’deki siyasal iktidarlar bu jeopolitik pozisyon meselesini ne kadar kullanmışlardır ayrıca tartışılır, ama uluslararası sistem bunu sürekli göz önünde tutmuştur. Marshall yardımı meselesinin toplumsal sonuçlarına baktığınız zaman demin söylediğim anlamda Türkiye’deki tarım Neolitikten bu yana karasabanla yapılmaktadır, Anadolu nüfusu yaklaşık Neolitikten 1920’li yıllara kadar yapılan hesaplara göre 12 milyon civarındadır, değişmemiştir. 1940 yıllara geldiğinde 20 milyon civarına çıkar yanlış hatırlamıyorsam, nüfusun artması meselesi doğrudan teknolojiyle ilgili bir meseledir.
Burada bir başka noktaya da işaret ederek geçeyim; daha önce söylediğim gibi eşitsiz ve bileşik gelişme mekanizmasına uygun olarak Marshall yardımıyla başlayan süreç bir tür merkezileşmeyle sonuçlanacaktır; tarımda sektöründe bir toprak toplululaşmasına neden olmuştur. Birdenbire Türkiye tarımına traktör girer, süreç içinde 30 bin traktöre varan bir artıştır bu. Önce büyük toprak sahipleri makineli tarıma geçerler, artı ölçeğe uygun olmayan çiftçiler de makineli tarıma geçerler, sonra aldıkları traktörün bedelini ödeyemedikleri için hem ellerindeki toprağı kaybederler, hem traktörü kaybederler, bu sefer kendileri açığa çıkarlar. Bu “köylülüğün çözülmesi” meselesidir. İzleyen süreçte resmen olmasa bile fiilen özellikle 1950’li yılların ikinci yarısında izlenilen stratejiyle açığa çıkan köylülüğün göç ve işçileşme meselesi Türkiye’nin gündemini oluşturmuştur.
Demokrat Parti iktidarı, Kore Savaşı konjonktüründe tarım ürünlerinin artan fiyatları ve talep dolayısıyla ciddi bir ihracat geliri elde eder, ama 1953 itibariyle Kore konjonktürü terse çevrilmeye başladıktan sonra “liberal”, yani serbestlik anlamında kullandığım serbest ticaret meselesi de artık sona erer ve resmen olmasa bile fiilen Türkiye’de bir ithal ikameci süreç uygulaması başlar. Öncelikle burada sistemin uluslararası ihtiyaçlarıyla ya da sermaye birikiminin geldiği nokta itibariyle onun ihtiyaçlarıyla nasıl uyumlu hale gelip gelmeyeceği, ne kadar cevap verip vermeyeceği meselesi önemlidir.
1950’li yıllar itibariyle sürecin işleyiş sürecinde liberalizm ya da devletçilik tartışmalarında hep devletin bir tür müdahalesinden bahsedilir. Devlet nasıl müdahale eder? Fiilen ekonomide kendi işletmelerinde, kamu iktisadi teşekküllerinde müdahalecidir. DP, buna karşıdır; örneğin, parti programında o zaman özelleştirme vardır; ama Türkiye’deki KİT’lerin en hızla geliştiği dönemlerden biri de Demokrat Parti dönemi olmuştur. Dolayısıyla, siyasi iktidarların tasarruflarından bağımsız, iradelerinden de bu anlamda bağımsız, devletin bir şekilde bu sürecin içinde olması sistemin mantığı gereğidir ve bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey de değildir. Bütün kapitalistleşen, erken kapitalistleşen bugünün merkez ülkelerinde de aynı süreç yaşanmıştır, Yani devlet bir şekilde bu işin içinde vardır, kamu iktisadi teşekkülleriyle vardır, sürecin asgari zemininin hazırlanması biçiminde vardır, her halükârda vardır. Tabii Demokrat Parti dönemi bir başka açıdan, daha çok siyaset bilimcilerini ilgilendiren açıdan daha önemlidir. Toplumdaki mevcut kutuplaşmaların son derece arttığı, toplumsal gerilimin son derece yükseldiği, Demokrat Partinin yöneticilerinin bir anlamda basiretsizliklerinin de desteklendiği bir sürece girilir.
Burada kritik olan şudur: Demokrasi sorunu; Demokrat Partinin ne kadar demokrat olduğu tamamen tartışmalı bir meseledir; çünkü sonuçta tek parti içinden gelen bir kadrosu vardır, dolayısıyla, temsil ettiği kitleler açısından baktığınızda onların demokrasiye ne kadar bağlantılı oldukları, tartışmalıdır. İnsanların kafalarında bu tür bir kültürün zaten olmadığı bir yerde bunları da tartışmak çok da mantıklı değildir. Ama sermaye birikiminin mantığı açısından baktığımızda 1950’li yıllar itibariyle temsiliyet meselesi artık üç aşağı beş yukarı netlik kazanır. Demokrat Parti esnaf ve köylülüğü temsil eder; çünkü toprak ağaları, büyük toprak sahipleri daha çok, ağırlıklı olarak bunun içinde vardır. Dolayısıyla, mevcut toplumsal yapıdaki ağalık kurumunun sonucu olarak da köylülük de büyük ölçüde Demokrat Partiyi destekleyecektir, dolayısıyla ticaret sermayesinin ağırlıkla temsil edildiği bir partiden bahsediyoruz.
Halk Partisinde de çok ağırlıklı olmasa bile muhakkak ticaret sermayesi vardır; ama ticaret sermayesinin bir başka ayağı daha fazla vardır, o da artık bu birikimde, yani ticari sermaye birikiminde bir tür olgunluğa gelen, birikimin olanaklarını, üretime dönük alanlarda da kullanmak isteyen, bu anlamda olgunlaşmış sermayeye sahip olan ve sanayi sermayesi olmaya aday, Koç vs gibi aileler, bir de doğal olarak toprak sahipleri … Kabaca şöyle bir ayrım yaparsak, Batıya doğru geldikçe büyük toprak sahipleri Demokrat Partiyi destekler, doğuya doğru gittikçe Halk Partisini desteklerler denebilir.
1959 yılı itibariyle Demokrat Partinin ithal ikameci stratejiyi bir şekilde kurumsallaştırmaya dönük çabalarının da olduğu, yani ilk planlama teşkilatının kurulmasına dair çalışmaların başladığı bir yıldır. Tabii mevcut toplumsal gerilim, Demokrat Partiyle Halk Partisi arasında çekişme ve onun topluma yansıması vs gibi etkiler sonucunda 27 Mayısta Türkiye bir askeri darbe yaşar. Toplumda hiçbir oluşum tek başına raslantı ile açıklanamaz, bu anlamda askeri darbeler de rastlantısal değildir. Genel olarak birikimin geldiği bir tür olgunluk ya da bir tür dönüşme talebinin söz konusu olduğu noktalarda bu tür bir zora başvurma daha sonraki tarihlerde de karşımıza çıkacaktır.
Bunu çok daha farklı bir düzeyde şöyle izleyebilirsiniz: uluslararası sistemdeki yayılma dinamiklerine baktığınız zaman hegemonya dönemi, krizler ve her kriz de bir savaşla noktalanır. Yani Napolyon savaşı, İngiltere’yle Fransa arasındaki bir hegemonya mücadelesinin ifadesi olur, Britanya İmparatorluğu hegemonyası kurulur, takip eden süreçde, Birinci Dünya Savaşı, hegemonyanın muhtemel tarafları Almanya, Japonya, Amerika arasında geçen bir çatışmadır. Burada yine karşımıza bir kriz ve işte ikinci bir savaş çıkar.
Bunlar uluslararası düzeyde birikimin dönüşme isteklerinin somutlaştığı dönemlerdir, uluslararası düzeyde birikimin belirli tıkanma ya da aşılma noktalarında bu tür zor kullanımları söz konusudur, bunu uluslararası düzeyde savaşlar olarak görürsünüz. Ülke örneklerine baktığınız zaman da -özellikle tabii geç kapitalistleşen ülkelerden bahsediyoruz- burada da karşımıza askeri darbeler çıkar, Türkiye burada önemli bir örnektir, Yunanistan’a bakın, aynıdır, Latin Amerika’da darbeden geçilmez. Ama bunlar hep bir tür mantık içinde ortaya çıkarlar.
“27 Mayıs darbesinin sonucunda objektif olarak ne olmuştur?” Türkiye’de ithal ikameciliğin resmen bir strateji olarak tanımlandığı ya da benimsendiği bir süreç başlamıştır. Bunun somutlaştığı alan hukuksal belge bir anlamda Anayasadır, bunun kendi mantıki sonuçları bu süreçte ortaya çıkar ve Devlet Planlama Teşkilatı anayasal bir kuruluş haline getirilir, ondan sonraki süreci planlayacak, tasarlayacak önemli güçtür bu haliyle. Bu süreçte anayasada refah devleti ya da sosyal devlet bir kurum olarak kabul edilir.
Bunlar hep böyle kendi içinde birbiriyle bir tür mantık bağıyla bağlı gelişmeler olarak karşımıza çıkar. İçerideki ticari sermayenin olgunlaşan sanayi sermayesi olmaya aday olan kesiminin bu yönde bir talebi vardır. Dolayısıyla, onun koşullarının yaratılmasını istemektedir, artı uluslararası sistemden de yine belirli türde bir sanayileşme eşiğini geçmiş ülkelerde de uygulanmak üzere karşımıza ithal ikameci strateji çıkar.
İthal ikameci strateji az gelişmişlikle ilgili bir şey değildir. Genelde sürekli az gelişmişlikle doğrudan ilişkilendirilerek ya da özellikle 1960’lı, 1970’li yıllardaki tartışmalarda tek başına azgelişmiş ülkelerle ilişkilendirilir. İthal ikameci strateji, kapitalizmin ortaya çıktığı tüm süreçlerde izlenilmesi mümkün bir stratejidir. Yani bugünün gelişmiş kapitalist ülkeleri, merkez kapitalist ülkelerinin ilk dönemlerine baktığınızda hepsi ithal ikameciliği uygulamışlardır. Dolayısıyla, buradaki espri, yani korunma esprisi tüm sermayeler açısından bir ihtiyaçtır; bunun tabii hukuksal formu, yönetsel formu vs. de her yerde başka biçimler almıştır. Dolayısıyla, “korunma” dediğimiz zaman ya da ithal ikamecilik dediğimiz zaman doğrudan bunun az gelişmişlikle bir ilişkisi yoktur, bütün kapitalistleşme ya da kapitalist sermaye birikim süreçlerinde bu stratejiyi ya da buna paralel tasarrufları izlememiz mümkündür.
Bunun uluslararası sistemle ilişkisi nedir? Kapitalizmin uluslararası düzeye geldiği noktada 1945 sonrasını tanımlayan en temel özelliklerden bir tanesi üretici sermayenin uluslararasılaşma potansiyelinin artık net ve açık bir hale geldiği bir süreçtir. 1945 itibariyle başlamamıştır; ama bu ihtiyaç özellikle savaşın ertesinde çok belirgindir. Yani merkez ülkelerde üretici sermaye bir tür değerlenme sorunuyla karşılaşmamak üzere uluslararasılaşmak zorundadır. Uluslararasılaşmanın, dolayısıyla öncelikle üretici sermayenin böyle bir ihtiyaca sahip olması elbette yapının tümünü de önemli oranda etkileyecektir.
Türkiye ya da benzeri ülkeler, uluslararasılaşan üretici sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek bir entegrasyona girmeleri gerekmektedir. Türkiye’de özellikle soldaki tartışmalarda ithal ikamecilik, sistemin hiyerarşisine rağmen ya da ona karşı bir stratejiymiş gibi anlaşılmıştır; ama sistemin bütünselliği açısından ithal ikameci strateji, Türkiye ya da benzeri başka ülkede, nerede uygulanıyorsa, sistemin mantığına uygun, üretici sermayenin uluslararasılaşmasıyla mantıki olarak uyumlu bir strateji olarak karşımıza çıkar.
Bu şu anlama gelmez; dışarıya rağmen değil, dışarıyla beraber; ama artık burada başka bir olanak daha karşımıza çıkar, bu da sermaye birikiminin, ulusal düzeyde yeniden denetlenmesi koşullarına göreli olarak yeniden sahip olmaya başlamıştır Türkiye’de, 1930’lu yıllarda uluslararası sistem krizdeyken ithal ikamecilik uygulanmıştır, 1960’lı yıllarda ise sistemin hızla büyüdüğü bir dönemde ithal ikameci strateji uygulanmıştır. Demek ki, bu ikisi arasında önce bir ayrım yapmamız lazım. Sermaye birikiminin krize girdiği koşullarda uygulanmış olması bir anlamda zorlarsak, rağmen anlamına gelebilir; ama birikimin hızla yükseldiği bir dönemde ithal ikameci uygulamalar sistemle bir tür bağı da zorunlu hale getirmiştir.
Burada espri nedir? Tabii her ülke ithal ikameci strateji uygulayamaz. Belirli bir pazar büyüklüğü gerekir, asgari bir sanayileşme eşiği gerekir vs. Türkiye bunu uygulamaya başladığı zaman da uygulanmasına dair bazı sorunlar vardı, bir de dışarıyla bu ilişkiyi nasıl kuracağız ya da buradaki mantığı nasıl tanımlayacağız? Üretici sermayenin uluslararasılaşması gibi bir dinamikten bahsediyorsak, aslında bütün sermayeler açısından korunan bir pazar, yani ithal ikameci bir stratejinin uygulandığı korunan bir pazar her zaman en uygun pazardır. Bir, dış rekabete karşıdır, karşı önlemler vardır, gümrük duvarları vardır, iki içeride rekabet söz konusu değildir, üç, içerideki pazarın olanaklarını kullanmak gibi başka bir rahatlık vardır. Dolayısıyla, ithal ikameciliğin bu anlamda üretici sermayenin uluslararasılaşması dinamiğiyle mantıki bir bağı vardır. Ama “hayata geçme koşulları” dediğimiz zaman burada sadece iktisatla bunu anlayamayız. Yani tamam, Türkiye ithal ikameci bir strateji uygulamaya başladı, gümrük duvarlarını koydu, yabancı sermayeye dair birtakım düzenlemeler yaptı, ama yabancı sermaye doğrudan yatırım olarak gelmedi. Gelmemesinin bir sürü başka nedeni var, Türkiye’nin bir soğuk savaş koşullarındaki jeopolitik konumu, çok ciddi bir risktir. Çünkü iki kutbun ilk sıcak temasındaki ilk muhtemel coğrafya Anadolu ve dolayısıyla Türkiyedir. Diğer taraftan Türkiye, 1950’li yıllardaki toplumsal gerilimini 1960’lı yıllara taşımıştır, 1961 Anayasasıyla stratejinin mantığına uygun olarak yeniden düzenlenen hukuksal yapı, yeni potansiyel gerilimleri de beraberinde getirecektir. Bunlar, özellikle yabancı sermaye açısından önemli risklerdir; ama bu hiç gelmediği anlamına gelmez, Latin Amerika’da gittiği kadar gitmemiştir. Bunun da başka tarihsel nedenleri vardır, yani Latin Amerika’nın açık sömürge bir dönem yaşamış olması vs bunlar ayrı konular.
Böyle bir stratejinin uygulanmasını mümkün kılan bir dengenin içeride oluşturulması gerekir. Yani içeride ithal ettiğinin tüketim mallarını ilk aşamada içeride üreteceksiniz; ama aynı zamanda ne yapacaksınız içeride de tüketeceksiniz. Dolayısıyla, içeride üretimin asgari koşullarını sağlamak yetmeyecektir, içeride tüketimin de asgari koşullarını sağlayacaksınız. O zaman içeride tüketimin garantisi ne olacaktır? İki ayaklıdır biliyorsunuz, bir “sosyal devlet” denilen uygulamalar ki, bunlar toplumsal ücreti arttıran uygulamalardır. Yani o toplumda yaşayan insanların gelirlerinden temel hizmetler için pay ayırmamaları anlamına gelir; çünkü bunlar devlet tarafından ücretsiz olarak karşılanır, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vs.; bu da toplumsal ücreti artıran bir uygulamadır. Diğer taraftan, özellikle 1961 Anayasasıyla, sınıfların kendi haklarını, çıkarlarını korumak için örgütlenmeleri anayasal bir hak olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla, bu süreç yeni bir ivme kazanmıştır, işçi sınıfının Türkiye’de ilk ve en önemli atak yaptığı dönemdir; ama aynı zamanda bu burjuvazi açısından da geçerlidir. Toplu pazarlık yoluyla ücretleri yukarı çekmek, bunların hepsi “ithal ikameci” denilen stratejinin mantığına uygun meselelerdir. Ancak burada bir aykırılık vardır, sosyal devlet vs. gibi uygulamalar esas referansa baktığınız zaman, yani Batıya baktığınız zaman ağırlıklı olarak sosyal demokratların hayata geçirdikleri politikalardır. Türkiye’de ise ağırlıklı olarak sağ ya da merkez sağ tarafından hayata geçirilmiştir, yani Adalet Partisi vs. o günden sonra 1980’e kadar geçen süreç. Burada kritik olan şudur; demek ki, böyle bir tür zımni bir uzlaşma var. Yani içeride üretilip içeride tüketilecek; dolayısıyla, öncelikle pazarın iç entegrasyonu sağlanacak, bu pazarın iç olanakları kullanılacak, denetlenilecek, bir şekilde onun birikimi bu yolla sağlanılacak. Yaşanan süreç bir başka bağlamda ulusal kalkınma süreci olarak da tanımlanmaktadır. Bu kavramlar bence sanayileşme de dahil olmak üzere özellikle ulusallık ve kalkınma kavramları son derece anlamayı zorlaştıran kavramlar haline geldiler. Yani kalkınma ve ulusal kalkınma denildiği zaman bundan kimin ne anlaması gerektiği ya da kimin ne anladığı çok muğlak hale geldi. Özellikle bugünlerde yeniden aynı tartışmalar bir şekilde başlatıldı ve yapılıyor.
“Kalkınma nedir, ulusal kalkınma nedir?”; kalkınma bir entegrasyon biçimidir, yani ulusal kalkınma tanım gereği, sınıfları aşan bir birliktelik olarak ortaya çıkar. ulusal kalkınma sürecinin ileriye dönük sonuçlarına baktığımız zaman, toplumsal sınıfların süreci yönlendirme gücüne sahip bir kesimi, bir kesimin içinde de bir grubu belki en fazla o sürecin olanaklarından yararlanır hale gelmişlerdir. Yani yirmili yıllardaki ulusal burjuvaziyi yaratma esprisi 1960’lı yıllarda mantıki sonuçlarına ulaşır. Ancak ulusallık burjuvazinin bir kesimi açısından doyum noktasına geldiyse temel ya da ilk motifi uluslararasılaşmak olacaktır ve Türkiye de bunu yaşamıştır.
1960’lı ve 19702li yıllar bu anlamda Türkiye’de “ulusal kalkınma” denilen sürecin yaşanıldığı ya da ithal ikamecilikle tanımlanan sürecin yaşandığı, belli bir grup açısından ciddi birikim olanaklarının sağlandığı bir dönem olmuştur. Bu grup daha sonra 1980’li yılların başı itibariyle artık başka bir taleple ortaya çıkacaktır, tabii uluslararası olanakları da kullanmaya dönük bir talep olacaktır, yani diğer pazarların olanaklarını da kullanmaya dönük bir talep olacaktır. Ama söylediğim şu anlama gelmez: Türkiye’de 1960’tan itibaren hiçbir şey değişmedi, yani her şey sermaye grubunun lehine işledi gibi bir sonuç çıkartmayalım bu süreçte tabii ki ciddi mücadeleler vardır, taraflar açısından ciddi kazanımlar, kayıplar olmuştur ama nihai olarak gelinen noktada karşımıza böyle objektif bir sonuç da çıkar.
Genel olarak sermayenin merkezileşme eğiliminden bahsetmiştik, merkezileşme eğilimini aslında artık Türkiye’de 1960’lı yıllar itibariyle izlememiz mümkün. Özellikle 1960’lı yılların sonu itibariyle Türkiye’de gene bir arbede yaşanılır, yani bu bir altüst oluştur, hâlâ 1968 meseleleri vardır, onlar da yansımıştır ve 12 Mart Darbesi. 12 Mart Darbesini izleyen sürece baktığımız zaman karşımıza Türkiye’deki sermayenin artık kendi adına hareket etmeye, daha doğrusu bireysel olarak değil; ama daha kurumsal bir hareket kabiliyetine sahip olmaya başladığını ya da en azından böyle bir sorunu olduğunu gösterir ve TÜSİAD zaten 1971’de kurulur.
Böyle bir stratejinin “uluslararası işbölümü açısından ne anlamı vardır? Bu anlamda neler söylenebilir? İthal ikamecilik daha önce ithal edilen, nihai tüketim mallarının içeride üretimine dönük bir stratejidir; tüketim mallarıyla başlar, daha sonra ara ve yatırım mallarına doğru, tanım gereği kayması gerekir. Yani merkez ülkeler 19. yüzyılda bunu yaşamışlardır ama Türkiye ya da benzeri bu süreci bu koşullarda yaşayan ülkeler ilk etapta bu aşamalarda tıkanmışlardır.
Peki ithal ikamecilik böyle bir süreçte sistemle hangi noktada bağlantılıdır? Sistemle olan bağı ithalat üzerinden kurmaktadır. Yani tüm o ithalatı ikame etmek esprisiyle beraber artık içeride üretmek durumunda olduğu ya da üretmeye talip olduğu nihai tüketim mallarının üretimi için gerekli olan ara ve yatırım malları bu sefer ithalat yoluyla gelecektir. Dolayısıyla, ithalatın kompozisyonu değişir, hacmi de hatta daha da fazla artar. Yabancı sermaye açısından da sorun bu noktada anlaşılabilir, Türkiye’ye doğrudan gelmeyen yabancı sermaye, ithalat yoluyla pazara girmiştir. Türkiye’de bu acenteler, patent hakların satın alınması ve montaj sanayii, birikimin bu iki düzeyini birbirine bağlayan taşıyıcıları olmuşlardır.
Dolayısıyla dünya ekonomisiyle ilişki ya da bağımlılık bu anlamda ithalat üzerinden kurulan bir bağımlılık haline dönüşür, sermaye birikiminin oluşumu için de bu geçerli ve gereklidir. Peki o dönemin kendi mantığı içinde bu ithalat meselesi nasıl gerçekleşecektir? Nasıl ihracat potansiyeliniz yoksa döviz kazanma şansınız da çok sınırlı olacaksa bunu mümkün kılan, uluslararası sistemde yeniden yapılanmadır. Uluslararası Keynesçilik olarak da tanımlanan, uluslararası sistemde geliri yeniden dağıtarak talebi yönlendiren ve bu sayede ithalatı mümkün kılan koşullar yaratılmıştır. Burada ki müdahale aracı yardım ve düşük faizli kredilerdir. Uluslar arası birikim perspektifinden bakıldığında, böyle bir karşılıklılık eşitsiz ve bileşik gelişmenin mantığına uygun bir ilişkidir.
Nihai olarak böyle bir yapı içinde ithal ikamecilik 1960’ların başından 1970’lerin sonuna kadar geçen süreçte Türkiye’deki sermaye birikimi açısından kritik öneme sahip, sanayileşme açısından belirli eşiklerin atlandığı bir dönem olmuştur. Birikimin dayandığı mantık gereği tekelci bir yapılanma 1970’li yıllarda netlik kazanmaya başlamıştır. Böyle bir süreç Türkiye’de bir dizi dengeyi de yerinden oynatır, sınıf kompozisyonları farklılaşacaktır, sınıflar arası ilişkiler ve sınıfların kendi içindeki ilişkiler farklılaşacaktır, dolayısıyla çatışma ve gerilimler önem kazanacaktır. Tekelleşme olanağı bulan sermayenin bir kesimi için daha önce vurguladığım gibi iç pazarın olanaklarının sonu gelmiş, farklı pazarların olanaklarını kullanmaya dönük bir talep şekillenmeye başlamıştır.
Diğer taraftan, bu dönemde 1970’li yıllarda dünya ekonomisinin içine girdiği kriz ve bunu izleyen kriz koşullarında yeniden yapılanma süreci karşımıza çıkar. Kriz koşullarında yeniden yapılanma, kapitalizm yaşadığı “altın çağ” olarak adlandırılan sürekli ve hızlı büyüme döneminin sonuna gelindiğini ifade eder. Bundan sonraki süreçte sistem, öncelikle krizi yönetecek ve artı yeni bir yapılanma mantığına uygun yeni kurumlar ya da varolan kurumları krizin ihtiyaçlarına cevap verecek şekle dönüştürmek gibi sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sürecin sonucunda hâkim olan Keynesyen anlayış her düzeyde tasfiye edilmeye başlanacaktır.
Bugün “neoliberalizm” dediğimiz ya da o dönem neoklasik iktisadın bir ifadesi olarak arz yanlı iktisatçılar, monataristler vs. bunların entelektüel hegemonya döneminin başladığı bir süreç söz konusudur. Yani 1945’ten Keynesyen kategoriler ve onu kullananların ağırlıklı bir hegemonyası vardır. 1970 sonrasında ise artık Mises’ten, Hayek’ten, Friedman’dan beslenen neoliberalizmin ağır bir entelektüel hegemonyası başlayacaktır ki, bugüne kadar da zaten bu hegemonya hükmünü sürdürmektedir.
Türkiye’de bu kriz sürecinin yansıması, ithalattaki tıkanıklıklar, üretim düşmesi, kuyruklar gibi gelişmelerle yansır. Ama bir başka şey daha yaşanılır. 1970’li yılların sonu itibariyle Türkiye’de sınıfın tarihe iradi olarak kendi adına müdahale etmesinin en kritik işaretlerinden bir tanesi TÜSİAD’ın müdahalesidir. 1978 yılında TÜSİAD gazeteye ilanlar verir, Ecevit, hükümetinin düşürülmesine dönük açık ilanlardır bunlar, bu dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır o güne kadar ve nihayetinde bunu izleyen süreçte Ecevit Hükümeti gider, Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulur ve buradan sonra zaten toplumdaki yaşanılan bir tür iç savaş hali de sürecin tuzu, biberidir, karşımıza bir başka şey çıkar.
İçeriden gelen bu talep, sermayenin bir kesimi için daha önce söylediğim anlamda uluslararasılaşmaya dair bir taleptir, yani artık bu pazarın olanaklarıyla sınırlı değil, başka pazarın olanaklarını da kullanmak isterler. Bu talebin dünya ekonomisinin yeniden yapılanmasının gerekleriyle uyumlu hale gelmesi önemlidir. Uluslararası sistem açısından baktığınız zaman da uluslararası sistemde bu sefer tüm üretime dönük ya da üretici sermaye dışındaki sermayeler açısından da artık yeni ve mutlak bir kurgu gerekmektedir. Para, meta ve üretici sermaye biçimlerinin hepsi birden serbest dolaşacaklar ve bunun hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Aslında 1945 itibariyle kurulan Dünya Bankası, IMF, GATT Sözleşmesi kapitalizmin temel 3 kategorik sermaye biçimine tekabül eden kurumlardır, bunların nihai amaçları bu sermayelerin uluslararası düzeydeki serbest dolaşımına dönüktür, bunun sağlanmasına dönüktür ve 1970’li yıllarda başlayan kriz bunun sağlanması açısından kritik bir dönüşüme işaret eder. Az gelişmiş ülkeler açısından başka sorunlar ortaya çıkmaya başlar, bugün içinde bulundukları örneğin borç sorunu 1970’li yıllarda temellenen bir meseledir. Çünkü yatırıma dönük sermayenin kriz koşullarında getirisinin riskli olması bunun en hızlı değerlendirebileceği finans alanına doğru kaymalarını önemli ölçüde arttırır.
Bildiğiniz gibi kapitalizmin krizleri, tüketim eksikliği ya da üretim fazlası gibi tanımlarla yapılır, bunlar belki bir sonuç olarak anlaşılabilir ama neden değildir, kapitalizmin asıl krize girme meselesi kar oranlarındaki düşme meselesidir, diğer bir deyişle kar oranlarındaki sıkışma meselesidir. Bunun en erken örneğini 1960’lı yılların ikinci yarısında Amerikan ekonomisi verir ve bu süreç 1970’li yılların başı itibarıyla hız kazanır. 1973’deki petrol krizi, krizin başlangıcı değildir, nedeni de değildir, bir görüşe göre o sadece bir ‘senaryo’ olarak karşımıza çıkar. Buna göre arkasında Amerika vardır; çünkü Amerika kaybetmeye başladığı hegemonyasını bu yolla yeniden kurabilecektir, yada en azından koşuları kendi lehine çevirmeye çalışacaktır. Japonya ve Avrupa ekonomileri karşısındaki petrole ihtiyacı olmayan ekonomisiyle, yani kendi petrole yeterli yapısıyla Avrupa ve Japonya’nın petrole ihtiyacı olan yapılarıyla yeniden kurmaya çalışır. Yani petrol fiyatlarını 7 kat artırdığında Japon ekonomisi ve Avrupa’daki ekonomilerin maliyetlerindeki potansiyel artışlar Amerika’ya bir hareket alanı sağlayacaktır. Bu muhtemeldir, ve bana bu senaryo hayali gelmez; nihayetinde bununla beraber birtakım yeni fonlar çıkar, artı üretime gitmeyen fonlar vardır, bunlar da daha sonra bu süreçte en hızla değerlendirilebilecek olan alana kanalize olacaktır, işte bu sefer karşımıza borç ilişkisi halinde yeni bir ilişki biçimi çıkacaktır.
1980’lerin başı itibariyle Türkiye, gerçekten hem içeriden sermayenin artık kendi adına müdahale etme potansiyeline sahip kesiminin talepleri ve baskılarıyla hem dışarıdan serbestlik esprisi çerçevesinde gelen etkilerle dünya ekonomisiyle entegrasyon biçimini değiştirecektir. Ancak tabii bu öyle sabahtan akşama hemen olacak bir şey değil, daha önce vurguladığım anlamda bu tür tıkanıklarda tarihsel olarak zora başvurma devreye girer, ve karşımıza 12 Eylül Darbesi çıkar. Çünkü 1979’da alınan 24 Ocak kararlarıyla başlayan sürece baktığınız zaman bunun hayata geçebilmesinin tek koşulu toplumun denetimine dayalı bir ortamın yaratılmasıdır. Dolayısıyla 1980 darbesi, 24 Ocak kararları olarak vurgulanan neo-liberal projenin hayata geçmesinin toplumsal koşullarını ve zeminini sağlayan önemli bir müdahale olarak karşımıza çıkar. Yani artık işçiler grev yapamayacaklardır ve hepinizin bir şekilde haberdar olduğu şeyler… Böylelikle toplumda bu tür bir denge, bu tür bir karşıtlık her zaman vardır.
24 Ocak Kararlarıyla Türkiye, dünya ekonomisiyle artık yeni bir tarz içinde entegre olacaktır ve bu entegrasyonun da sonuçları elbette uluslararası süreçler itibariyle yaşanılan yeni gelişmelere paralel olacaktır, artı bir de kendi içinde bunu yeniden kurgulayacaktır. Burada önemli olan şu: Uluslararası düzeyde nasıl bir yapılanma öngörülüyor ya da hayata geçiriliyor, buna karşılık Türkiye nasıl cevap veriyor, nasıl uyum sağlıyor?
Sonuç olarak, Dünya ekonomisi ve dolayısıyla dünya sistemi neo-liberal bir proje olarak küreselleşme kavramıyla ifade edilen yeni bir yapılanma sürecine girer. Bu yapılanmanın mantığı çok basit, en basit haliyle üç sermaye biçiminin birbirini destekleyecek şekilde ve tabii ki konjonktürün izin verdiği ölçüde uluslararası düzeyde hareketinin sağlanması ile, kritik olan mesele budur. Dolayısıyla, Marks’ın çok erken bir zamanda söylediği “Sermaye kendi suretinde bir dünya yaratıyor” vurgusu aslında küreselleşme denilen meseleyle somut hale gelmeye başlar.
Burada önemli olan şudur: Bu entegrasyon Türkiye’ye nasıl yansıdı ya da yansımadı? Mesela, ben bunu söylerken yanlış bir şey söylüyorum. “Türkiye’ye ne yansıdı, ne yansımadı?” diye ayrım yapmak bence sorunu çatallaştırmaktır. Çünkü bu etkiler bir topluma külliyen ve tamamen, standart ya da homojen şekilde olmaz. O toplumdaki güç ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkar; dolayısıyla o toplumdaki güç ilişkilerine bağlı olarak da çözülür. Dolayısıyla, Türkiye açsından soruna baktığımızda bu toplumdaki sınıfsal gerilimler ya da sınıfsal güç dengeleri, yaşanılan sürecin nimet ve külfetlerinin nasıl dağılacağını da belirleyen bir faktör olmuştur.
Burada hemen bir başka noktaya hemen değinip geçeyim: Bu süreç tüm sermaye biçimlerinin mümkün en yüksek düzeyde entegrasyonunu sağlamaya dönük bir süreçtir. Bu hem uluslararası düzeyde böyledir, hem de ulusal düzeylerde böyledir. Buralarda bir dizi başka tartışma vardır, “işte ulus-devletler bitti, bitmedi, egemenlikler vs. gibi, bunlar tabii ki mevcut ideolojik hegemonyanın mantığına uygun tartışmalardır, ancak ulus-devlet, kapitalizm olduğu sürece olacaktır, formu değişir, yapısı değişir vs.vs. Ama onun ortadan kalkması mantık ya da tanım gereği mümkün değildir, çünkü kategorik olarak sermayenin vatanı yoktur, doğru, yani sermaye vatansızdır; ama sermayedarın vatanı vardır. Dolayısıyla, sermayedarın vatanı olması demek, sermayedarın dayanacağı bir güce ihtiyacı olması anlamına gelir, bu güç her zaman ulus-devlet olmuştur ve olacaktır. Elbette burada uluslararası düzeyde sermayeler arası hiyerarşi ve bunun ulus devlet yapılanmalarına etkisi önemlidir.
Ayrıca kapitalizmin genel işleyiş mantığı dünya genelinde farklı ücret düzeylerine ihtiyaç duymuştur ve her zaman bunu duyar. Dolayısıyla, emeğin belirli alanlarda denetlenmesi açısından, dolayısıyla sınırların halihazırda bir egemenlik iddiası taşıyor olması açısından emeğin denetlenmesi için yine ulus-devlete ihtiyaç olacaktır ve böyledir, bu Avrupa açısından da aslında farklı değildir, oradaki iç pazar bütünleşmesi yaşanıyor; ama orada da ulus-devlet başka bir form altında, başka bir biçimde hâlâ ortadan kalkmamıştır, kalkma ihtimali de çok azdır.
Türkiye’nin geldiği noktada kritik şeylerden bir tanesi bu entegrasyonda hangi dinamikler önem kazanacaktır? Burada “Avrupa Birliğine girelim, girmeyelim” tartışmaları vs. önem kazanacaktır. Türkiye’deki son yaşanılan sürece baktığımızda kapitalizmin geldiği aşama açısından şunu söylemek mümkün: Türkiye 1960’lı yılların “sanayileşme” denilen perspektifinden vazgeçmiştir, yani son 20 yıla baktığınız zaman bu çok net, açık bir hal almıştır. Tabii bunun toplumsal sonuçları çok önemlidir. Artı bu süreçte sermayenin değerlenmesi dediğimiz ilişki açısından kritik olan şey finans sektörü ya da rant olmuştur. 500 büyük firmanın bilançolarına baktığınızda son 10 yılda faaliyet dışı kâr, yani fiilen üretimin dışında elde ettikleri kârlar bazı şirketlerde yüzde 50’lilerin üzerine çıkmıştır. Dolayısıyla, bugünlerde reel sektör vs. tartışılıyor.
Burada sermayeyi kendi bütünlüğü içinde ele almamız lazım; çünkü sermaye, tamamen üretici sermayedir, finans sermayedir, mal sermayedir; ancak bir de karşımızda tekeller var ya da büyük holdingler var, bunlara baktığımız zaman aslında bu üç sermaye biçimini de denetleyen yapılardan bahsediyoruz. Dolayısıyla, hani birinin lehine, diğerine aleyhine denilen tasarruflar sermayenin merkezileşme mantığı açısından bir alandaki zararın bir anlamda diğer alanda telafi edilme şansını da getirmektedir.
Bugün gelinen noktada artık Avrupa Birliği meseleleri, şunlar, bunlar, bunlara isterseniz gireriz, girmeyiz, siz bilirsiniz; ama tüm bunlar, yeniden yapılanan kapitalist sisteme entegrasyon mantığı dışında bir mantığa dayanan süreçler değildir. Yani “Türkiye, Avrupa Birliğine girsin, girmesin” tartışması yapay bir tartışmadır, üstelik bu konuda karar verecek olan Türkiye de değildir, Avrupa’dır. Avrupa Birliğine girip girmemekteki toplumsal maliyetler ya da nimet ve külfetler, yine bu toplumdaki güç ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkacaktır. Avrupa Birliğine girmenin bu topluma yine homojen bir etkisi olmayacaktır, sınıfa, kesime, sektöre, sektör içi ve sınıf içi farklılaşmalara göre ortaya çıkacaktır. Toptan bir sonuç üzerinden Avrupa Birliği meselesini konuşmak ya da tartışmak bu anlamda çok mantıklı değil.
Bugün gelinen nokta itibariyle baktığımızdaki Türkiye’de -çok kısaca bir şey daha söyleyeyim, bitireyim artık- bir kriz meselesi var, tamam krizi şöyle anlamak gerek diye söylüyorum, yani belki bir tartışma olur diye açıyorum. Türkiye ya da Arjantin’in ya da Meksika’nın ya da Kore’nin yaşadığı krizler, bunlar yeni şeyler değil. Daha doğrusu “kriz” dediğimiz meselenin ne olduğunu, hangi krizden bahsettiğimizi çok iyi, net hale getirmemiz lazım. Bir, dünya 1970’li yıllarda girdiği krizin içindedir, yani 1970’li yıllarda başlayan dünya ekonomisindeki kriz hâlâ devam etmektedir. Bunun ortaya çıkarttığı marjlar içinde birtakım lokal krizler, yani önce Meksika’da başladı biliyorsunuz, daha öncesi de vardı, Kore, Arjantin, Türkiye vs.,vs. bu böyle gidiyor.
Dolayısıyla, krizlerin özellikle bu tür lokalleştiği noktalarda kritik olan şudur: Aslında her kriz olarak adlandırılan bu lokal meseleler sermayenin merkezileşme ya da yoğunlaşma dediğimiz dinamiğinin hayata geçtiği örnekler ya da deneyimler olarak karşımıza çıkar. Yani “Kore krizi” denildiği zaman Kore krizinin ertesinde Kore’de ciddi bir el değiştirme, küçüklerin daha büyükler tarafından satın alınması, büyük firmaların birleşmesi ya da el değiştirmesiyle sonuçlanan olaylar akla gelir.
Türkiye’de bankacılık sektöründe bugün yaşanılanlar paralel gelişmelerdir, aynı şeyi yaşıyoruz, bunun başka sonuçları da olacak, üretici sektörde bu tür satın almalar, birleşmeler vs.. Meksika aynı şeyi yaşadı; dolayısıyla, bu yaşananlar 1970’li yıllarda başlayan kriz içinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla bu tür lokal krizleri aslında sistemin bütünü açısından eşitsiz ve bileşik gelişmenin mantığına uygun olarak sermayenin uluslararası düzeyde toptan değersizleşmesini önleyen sigortalar olarak da niteleyebiliriz. Çünkü bu tür değersizleşme güçlü olan için fırsat anlamına geliyor. Ben bir çeviri yapmıştım, Davos toplantıları sırasında Kore krizi zamanında uluslararası şirketlerin genel müdürlerine soruyorlar, “Kore krizi hakkında ne düşünüyorsunuz?”, cevap; “Onlar için kriz, bizim için fırsat, bekliyoruz, biraz daha değersizleşsinler” diyorlar, çok net ve açık.
Değersizleşme lokalleştiği oranda elbette Merkezileşmeyi de beraberinde getirecektir. Türkiye’de de bu süreç yaşanılıyor ve Türkiye’de bu süreç belki daha da acımasız yaşanılacak, bundan sonrası için söylüyorum. Her sektörel alanda bu yoğunlaşma oranları hızla artıyor ve artmaktadır, tarımda yapılan son düzenlemelerle açığa çıkacak çok ciddi bir insan potansiyeli vardır ve bunu ne yapacaklarını bilmiyorlar, kimse bilmiyor, ne olacak bu insanlar?
Bir noktaya daha değinip bitiriyorum artık. Son dönem Türkiye’de 24 Nisan itibariyle başlayan 15 tane yasa değişikliği, sonra bunlara birkaç yasa eklendi, sanıyorum 19-20 civarında yasa değişikliği oldu ve bunlar Büyük Millet Meclisinin tarihinde çalışmadığı kadar hızla yasalaştılar, tasarı halindeydiler; buna YÖK Yasası eklendi, Endüstri Bölgeleri Yasası eklendi. Şimdi, bu yasalara bakarsanız orada şunu çok net ve açık olarak görmeniz mümkün: Bu yasalar birbirinden bağımsız, birbirinden kopuk değildir, bunlar, bir puzzle düşünün, bu puzzle’nin parçaları olarak tasarlanmışlardır. Dolayısıyla, Endüstri Bölgesi Yasasıyla YÖK Yasası arasında çok ciddi bir ilişki vardır ya da Teknoloji Bölgeleri Yasasıyla Endüstri Bölgeleri Yasası ya da Madencilik Yasasıyla ya da Bankacılık Yasasıyla. Bunun sonuçları ortaya çıkmaya başladığı zaman hepsini çok net göreceğiz. Türkiye’nin yaşayacağı on yıllara dair ciddi öngörülerde bulunma şansımız var. Bunların bir tür entegre yasalar olduğunu ve artık bu süreçteki son rötuşlar olduğunu da en azından Türkiye açısından görmemiz mümkün.
Ben konuşmamı burada kesiyorum, dinlediğiniz için teşekkür ederim, sıra sizde, sorunuz varsa konuşuruz.
SALONDAN- Hocam, yasalar arasındaki ilişkiyi biraz daha açabilir misiniz?
MEHMET TÜRKAY- Yasaların aslında bir mantığı var, daha doğrusu bu yasaları ortadan kesen bir ana eksen var, bu da MAI, yani “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” denilen uluslararası düzeydeki düzenleme. Biliyorsunuz bu düzenlemeye karşı çıkıldı, daha doğrusu gizli sürdürülen bir anlaşmaydı, sonra bir Fransız sendikası buldu, Internet’e verince açığa çıktı, bunun üzerine Dünya Ticaret Örgütü içine taşıdılar vs., artık adı MAI olmasa da oradan gelen bir mantık söz konusu, ana eksenini bu oluşturmaktadır. Yani Çok Taraflı Yatırım Anlaşması, çokuluslu şirket genel müdürünün söylediği haliyle “biz anayasamızı yapıyoruz” dedi adam. Doğru, hakikaten kendi anayasalarını oluşturuyorlar.
Böyle bir çerçeve içinde baktığımızda bu çok taraflı yatırım anlaşmalarının temel esprisi de bildiğiniz gibi her düzeyde bir yerel egemenlik haklarının kullanılmasına dair tasarruf getirirler, yani egemenlik dikey ve yatay olarak, ulus-devletlerdeki egemenlik belirli alanlarda yukarıya ya da yatay olarak yerel olanlara yayılmaktadır, daha doğrusu bu öngörülmektedir ve bunun bir işleyiş mantığı gereği de örneğin Tahkim Yasasına imza koyduğunuz zaman 15 yıl süreyle değiştirme ya da vazgeçme şansı yok, böyle bir bağlayıcılığı vardır.
Hukuk açısından baktığınız zaman, yerel ya da ulusal hukuk sistemlerini dışarıda bırakan bir kurgu var. Örneğin bir yabancı yatırım gittiği ülkede bir zararla karşılaştığını iddia etti ve bunu işte “tahkim” denilen birtakım çokuluslu şirket yöneticileri ve teknik kadrolardan oluşan komisyon ya da bir mahkemeye götürüyor ve orada herhangi bir devlet aleyhine tazminat davası açabiliyor. Ama herhangi bir devlet kendi topraklarında yapılan bir yatırımdan doğan zarar nedeniyle aynı hakka sahip değil, mesela bu çok net ve açık bir şey. Yani Eurogold Türkiye’deki tasarrufları nedeniyle Türkiye Cumhuriyetini tahkime şikâyet etme hakkına sahip; ama Türkiye, siyanür kullanımı nedeniyle ortaya çıkacak tahribat nedeniyle tahkime gitme şansına uluslararası hukuk açısından sahip olmayacak.
“Endüstri Bölgeleri Yasası” dediğimiz zaman; Endüstri Bölgeleri Yasası esas itibariyle şudur: Orada çok hızla geçen, oluşturulan bir şey yaşanılmıştır, Bakanlar Kurulunun sadece bir kararıyla herhangi bir yer endüstri bölgesi olarak ilan edilebilir ve ondan sonra da orada endüstri bölgesinin kendi iç mantığına uygun olarak yapılanacak. Örneğin sendikalar endüstri bölgelerinde yasaktır. Mesela, bu yasa geçtikten sonra Eurogold’un fabrikasını eğer Bakanlar Kurulu endüstri bölgesi ilan ederse ki, gidişat o yönde, muhtemel sonuçları açısından artık orada Türk hukuk sistemi geçerli olmayacak.
YÖK Yasası açısından baktığınız zaman yeni Teknoloji Bölgeleri Yasasıyla YÖK Yasasında yapılan değişiklikler birbirini çok tamamlayan şeyler. Teknoloji Bölgeleri Yasasında şeyler var, işte orada bir sürü endüstri bölgesiyle beraber giden meseleler var; ama nihayetinde orada ağırlıklı olarak yazılım üzerine uzmanlaşmış şirketlerin yer alacağı bir bölge. “Burada kimler çalışacak ya da burayı kim besleyecek?”Araştırmacı profesörlük diye bir kadro açacaklar, mevcut olanakları yani üniversitenin sahip olduğu laboratuar vs. olanakları bağlı olduğu, maaşını aldığı şirketle ortak kullanabilecekler, o birikimi oraya transfer edebilecekler. Bunların hepsi bir yasal prosedüre bağlandı.
Ayrıca üniversiteler işletme hesabına dönecek. Yani bundan sonra örneğin öğrencilerin harçlarını okul izlemeyecek, o okulun bağlı olduğu ya da bir şekilde anlaşma yaptığı A bankasının X şubesi herhangi bir borçlu-alacaklı ilişkisi içinde izleyecek vs., vs. böyle şeyler geliyor. Ama bunlar hep birbirini tamamlıyor, Maden Yasasına baktığınız zaman aynı şeyi görüyorsunuz, en çok çıkan bu sosyal güvenlik meselesine baktığınız zaman orada bunu tamamlayan şeyler görüyorsunuz. Dolayısıyla, bu puzzle’in parçalarını bir araya getirdiğiniz zaman manzarayı çok net halde görmek çok mümkün; çünkü artık hakikaten bunlar son rötuşlar, yani bundan sonra yapacakları çok fazla bir şey yok.
SALONDAN- Vurguladığınız devletçilik-liberalizm tartışmalarında Türkiye’de sol nerede duruyor yada nasıl bakıyor. Bu durumda liberalizme karşı devletçiliği savunmak anlamlı mı?
MEHMET TÜRKAY- Tabii şimdi sol açısından -belki şu an konuyu tartışmak için uygun bir yeri değil ama- şunun söylenilmesi lazım: Türkiye’de özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllardaki “ulusal kalkınma esprisi” solun sahip çıktığı, çok desteklediği bir mesele. Bunun kendi tarihsel birikimleriyle bağlantısı var muhakkak, yani tarihten gelen etkisinde kaldığı dinamiklerle; ama senin de belirttiğin gibi bu ikilem, yani devletçilik-liberalizm, bunlar karşıtlık değildir, bunlar uzun dönemde birbirini tamamlarlar.
SALONDAN- Sanki sol’da sistem bizim gibi ülkelerin sanayileşmesini istemez gibi yaygın bir bakış var.
MEHMET TÜRKAY- Kesinlikle, bir dönem böyle bir komplo teorisi çok yaygındı, hâlâ da var bir kesimde. Şimdi, “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası” dediğimiz zaman aslında sistemin kendi mantığına uygun bir süreçten bahsediyoruz. Yani 1970’li yıllara baktığınız zaman, daha doğrusu 1960’lı yıllar itibariyle üretici sermayenin uluslararasılaşmasının bir ayağı ya da bir sonucu olarak, belirli sanayilerin merkezden çevreye, gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmiş kapitalist ülkelere kaydığını görüyoruz, sektörel bir kayma yaşanıldı.
“Neden yaşanıldı?” diye baktığımız zaman bunun maliyet meselesi vardı; çünkü kritik olan şeylerden bir tanesi burada o üretim sürecinde kullanılan teknoloji ve bunun niteliği. Merkezde kendi dönemine göre ileri teknolojinin kullanıldığı bir üretim süreci ve dolayısıyla bu ileri teknolojinin getirdiği bir rant var, “teknolojik rant” denilen mesele. Ama teknoloji taklit edilebilir hale geldikten sonra yani standartlaştıktan sonra bu rant ortadan kalkar. Dolayısıyla rekabet, artık o teknolojiyi denetliyor olmaktan değil, doğrudan doğruya ücrete dayanacaktır, daha düşük ücretle ancak rekabet edebilir hale gelirsiniz diğerleriyle; çünkü artık senin tekelinde olan bir üretim tekniği ya da süreci değildir, teknoloji standartlaşmıştır, taklit edilmiştir ve başka yerlerde de başkaları da aynı teknolojiyle üretim yapmaktadırlar. Dolayısıyla, rekabet burada artık kullandığın işgücü maliyetine kayar ve bu endüstrilerin önemli bir kısmı bu nedenle, düşük ücret düzeyli yerlere kaydırılmışlardır.
Bunun bir başka ayağı bu endüstrilerin önemli oranda çevreye verdiği zarardır. Merkez kapitalist ülkeler açısından baktığınız zaman bir çevre hukuku gelişir. Çevre hukuku aslında bir maliyet unsurudur üretici açısından. Yani çevreye zararı, tahribatı en aza indirecek uygulamalar ya da birtakım ek tesisler yapacaksın. Bu da bir maliyetse hukukun olmadığı yere gidersin. Dolayısıyla, böyle baktığımız zaman sanayileşme fetiş bir kavram haline geldi, hâlâ öyledir. Dolayısıyla, ne tür bir sanayileşmeyi tarif ettiğiniz çok önemli, yani kapitalist bir sanayileşmeden bahsediyorsak bunu uluslararası sistemin genel eğilimlerinden bağımsız olarak tasarlamamız ya da anlamamız mümkün değildir, kapitalizmin kendi mantığının dışında bunu anlamamız mümkün değildir.
Evet, bir sanayileşme süreci yaşanır, Türkiye 1960’lı, 1970’li yıllarda ciddi bir sanayileşme süreci yaşamıştır kendi açısından bakıldığında. Buna öyle ya da böyle “montaj sanayii” vs. denir; ama o çerçeve içinde bunun önemli toplumsal sonuçları da olmuştur ancak, nihayetinde Türkiye’nin bugün geldiği noktada bu potansiyel bir iradi müdahale ya da bir bağımsız gelişmeye dair bir müdahale olarak anlaşılmaması gerekir. Çünkü kapitalist sermaye birikiminin bu tür kesintileri yoktur, kendi mantığıyla beraber ilerler, belirli bir olgunluğa geldikten sonra ulusal olan artık uluslararası olacaktır. Yani Avrupa Birliği meselesinde de TÜSİAD’ın bu süreci destekler tavrıyla küçük, orta boy işletmelerin ihracat yapmayanlarının bu sürece karşı çıkmaları çok doğaldır. Çünkü bunların çok açık bir talepleri var ; “Siz bunları 20 sene korudunuz, bunlar uluslararası bir güç haline geldiler, öyle ya da böyle, bizi de koruyun, biz de aynı şey olalım.” Dolayısıyla, “ulusallık” dediğimiz şey o ulvi anlamının dışında yani ona addedilen o ulvi anlamın dışında bu tür konjonktürel bir içeriğe sahip. Dolayısıyla, ulusal kalkınma kavramı da aynı mantığa dayalı, o mantık orada da içkindir. Yani biliyorsunuz Üçüncü Dünya tartışmaları, ulusal kalkınma tartışmaları vardır, Üçüncü Dünya ne yapacak; sanayileşecek, sanayileşince de kalkınacak. Türkiye, kategorik olarak Üçüncü Dünya ülkesi değildi; ama bu süreçte bir sanayileşme yaşadı, geldiği nokta burası.
Dolayısıyla, bu kavramların bence son derece dikkatli kullanılması lazım, hangi anlama geldiğini çok net olarak açık hale getirip öyle kullanılmasında fayda var. Yoksa anlamı açısından çok fazla ileriye gidemeyiz.
SALONDAN- Belli noktalarda çelişkileri ortaya çıkardınız ama azgelişmiş ülkeler açısından sorun aynı değil mi?
MEHMET TÜRKAY-Genel olarak sürece baktığımız zaman entegrasyon her ülke için aynıdır dememiz, böyle bir homojenleştirme yapmamız mümkün değil. Hatta az gelişmiş ülkeler gibi homojenleştirme yapmamız kesinlikle çok yanlış. Çünkü az gelişmiş ülkeler hiç homojen yapılar değildir, homojen bir bütünlük değildir, son derece heterojendir, tarihsel nedenlerle heterojendir, mevcut toplumsal yapı ve ilişkileri nedeniyle heterojendir.
Dolayısıyla, bunların eklemlenme, yani uluslararası işbölümüne eklemlenme süreçlerinde, içeriden gelen etkiler ve dışarıdan gelen etkilerin uyumlaşma biçimleri ve bunların sonucunda ortaya çıkan oluşumlar tamamen farklı olacaktır. Dolayısıyla, ithal ikamecilik dediğimiz zaman dikkat ederseniz bir Latin Amerika’daki ülkelerde uygulanmıştır bu haliyle. Çünkü Latin Amerika ülkeleri 1930’lu yıllarda da Türkiye benzeri ithal ikamecilik uygulamışlardır, bu potansiyele sahiplerdir, o da tabii sömürge geçmişlerinden gelen bazı olanaklarla beraber düşünülmeli. Bunların uygulanma biçimleri yine farklılaşmıştır, yani Latin Amerika’da burjuvaziyle köylülük tarımsal ihracatı denetleyen aristokrasiye karşı, büyük toprak sahiplerine karşı bir mücadele verdikten sonra, onların iktidarını devirdikten sonra ithal ikameciliği uygulamışlardır. Türkiye’de böyle bir sorun yoktur. Yani öyle bir sınıf egemenliği meselesi temsiliyet üzerinden yürüdüğü için Türkiye’de bu tür bir siyasi dönüşüme ihtiyaç olmadan ithal ikamecilik uygulanmıştır.
Bunlara tabii tarihsel birikim olarak baktığınız zaman aşağı yukarı 1900’lü yılların başı itibariyle bir tür sanayileşme yaşayan ülkeler ya da toplumların , 1945 sonrasında bir Afrika ülkesi gibi sürece entegre olması beklenilemez. Dolayısıyla, eşitsiz ve bileşik gelişme dediğiniz mesele bu düzeyde bir tür farklılaşmayı da zaten kendi içinde taşıyan bir mekanizmadır. Dışa açık stratejinin devreye girmesi ya da o entegrasyonun bu biçimi alması ithal ikameciliği uygulayanlar açısından başka sonuçlar doğurmuştur, daha önce Afrika açısından baktığınız zaman Afrika bu süreçte tamamen dışarıda tutulmuştur, yani sisteme maliyeti artması nedeniyle sistemin dışına itilmeye başlanılmıştır, açlıklar, ölümler ve saire 1980’li yıllarda bütün haberlerde en fazla konu edinilen bunlardır.
Ama Asya’ya baktığınız zaman Asya da çok başka bir süreç yaşadı; bu deneyimler itibariyle baktığınız zaman Asya’daki entegrasyon biçimi de başkadır. Yani Kore’nin yaşadığı “örnek sanayileşme” döneminde ciddi bir devlet müdahalesi, devlet düzenlemesi ve manüpilasyonu vardır, yani hiç öyle neo-liberal piyasa deneyimi aracılığıyla gerçekleşmemiştir; ama bu yetmez. Yani sadece orada devletin o potansiyele nasıl sahip olduğunu anlamak için tarihe bakmamız gerekir. Japon işgalinden itibaren başlayan tarım reformu, sonra kuzeyin güneyi işgal ettiği süreçte yeniden oradaki toprak düzenlemesi, kuzey çekildikten sonra o yapının muhafaza edilerek üzerine böyle bir -daha sonraki tanımlamayla- “kalkınmacı bir devletin tasarrufları.” Artı sistemin ilk sıcak temasa girdiği bir ülkeden bahsediyoruz, kuzey ve güney, zaten ne kadar ülke?
Dolayısıyla, buraya akan, dışarıdan gelen stratejik nedenlerle, jeopolitik nedenlerle gelen sermaye; bunların hepsini ancak bir araya getirdiğiniz zaman Kore meselesini anlamaya başlayabiliriz ya da en azından onun yoluna gidebiliriz. Dolayısıyla, dönüşümler, yani ithal ikamecilik dediğimiz zaman Kore’deki ithal ikamecilik örneğin Türkiye’deki gibi ya da Latin Amerika’nın bir kısım ülkelerindeki gibi tümden bir ithal ikamecilik değildir, seçicidir. Yani belirli sektörler seçilmiştir, ileride rekabet etmeye dönük olarak korunmuşlardır, tarım ve saire ya da belirli sektörler tamamen olmasa bile kısmen dışa açıktır. Hep bunlar tarihsel birikimle ilişkili şeylerdir.
Bu anlamda stratejiler birbirlerini dışlayan süreçler değildir. Yani Türkiye açısından da eğer Türkiye 1960’lı, 1970’li yıllarda bir tür sanayileşme deneyimi yaşamamış olsaydı hangi sanayileşme ya da hangi kapasiteyle ihracata dönük sanayileşme ya da ihracata dönük bir stratejiye geçecekti. Böyle bir stratejinin yaşanılmamış olması ihracatın zaten varoluş koşulunu ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla, bunlar birbirlerini dışlayan stratejilerdir, sermaye birikiminin süreklilik mantığı içinde anlam kazanan stratejilerdir ve tabii bunun uygulanma ya da hayata geçme biçimleri tek tek örneklerde çok farklılaşacaktır.
SALONDAN- “1970’li yıllarda krizin içindeyiz hâlâ” dediniz. Daha önceki krizlere baktığımızda yaşanan krizlerde çözülüyor, tekrar genişlemiyor. Bu sefer kriz çözülmüyor; krizin sürdürülmesi, yani o krizle beraber yaşanılması gibi bir şey mi var?
MEHMET TÜRKAY- Söyleyeceğimi teorik olarak desteklemem şu an için pek mümkün değil, bazı sorunlar olabilir; ama bana çok mantıksız gelmiyor.: “1970’li yıllarda başlayan kriz” devam ediyor dedim, başka bir kelime bulamadığım için kriz diyorum belki. Çünkü hakikaten bir süreklilik izlemek mümkün; ama şunu söylemek de mümkün sanırım; “Kriz” denildiği zaman aslında istisnai bir durumdan bahsediyorsunuz. Yani dengeler yerinden oynamış, yapı kendini yeniden üretemez hale gelmiş; dolayısıyla arızi bir durum ve geçiştirilecektir, yani kriz tanımı budur. Ama 1970 itibariyle başlayan süreç ve bu sürecin sonunda gelinen nokta, yani burada işte o neo-liberal projelerin hayata geçme koşulları ve bunların sonuçları, yaşanan lokal “krizler”, artı, soğuk savaşın bitmesi meselesi ve yeniden denetime dönük çatışmalar. Bunların yayıldığı zaman dilimini düşününce yetmişlerde başlayan krizden çıkış için başlayan yeniden yapılanmanın bir tür düzensizlik üzerine kurulduğu söylenebilir.
Bu yeniden yapılanma dediğimiz şey artık düzensizlikler üzerine kurulu bir yeniden yapılanma ise “kriz” zaten bitmeyecektir, yani içinde yaşadığımız durum, dolayısıyla arızi bir durum değildir. Bundan sonra yeni işbölümü gibi bir şey çıkmayacak, bundan sonra böyle yaşayacağız belki de. Yani dünya ekonomisindeki mevcut işbölümü bu haliyle kendisini aslında böyle “krizlere” dayalı bir süreç olarak yeniden yapılandırmış diyebilir miyiz? Bu benim sadece parantez içinde söylediğim bir şey. Tabi gelinen noktadaki ülkeler ve sınıflar arası gelir dağılımında ortaya çıkan aşırılıkların telafi edilmesi gerektiğini, hatta edileceğini ileri sürenler de var.
SALONDAN- Hocam, burada Keynes’e dönüş denilebilir mi. Gelinen noktada, ne kadar bir geri dönüş mümkün? Bu yaşananlar bir zorunluluk mu?
MEHMET TÜRKAY- Geri dönüş ya da ileri gidiş diye bir şey söylemek çok uygun değil. Çünkü Keynesyen analiz de nihai olarak birikimin mantığına uygun bir analizdir. Böyle bir noktada neoliberalizmin geldiği aşamada ortaya çıkardığı tahribatı telafi edecek bir yeni Keynesyen anlayışın ipuçları 1997’den beri var. İşte “peygamberin geri dönüşü” diye manşetler atıldı zamanında, 1997 yıllarında falan, “Keynes geri geliyor” denildi; ama hangi Keynes, nasıl bir Keynes gelecek, o belli değil.
Üçüncü yol tartışmaları vardı bir ara biliyorsunuz, onunla tasarlanmaya çalışıldı, o da tutmadı. Dolayısıyla, dünya genelinde bir sosyal demokrasinin krizi meselesi hâlâ aşılamadı, bu anlamda aşılamayacak. “ kader midir?” demeye getirdin sen. “Kader” ya da değil, sonuçta sınıfların kendi tasarrufları, kendi duruşlarıyla ilgili bir şey. Bu çok öyle kolay tanımlanabilecek bir mesele değil; ama gelinen şu noktada yaşanılan sürece potansiyel muhalefet etme şansına sahip olanlar kimler? Sistemin ideolojik maniplasyonu dışına insanları taşımak, gelinen noktada ne kadar mümkün? Bunlar çok kritik tartışmalar.
Küreselleşme ve ona karşı olanlar gibi bir ayrım yapılıyor, yine demin söylediğim gibi kavramın her şekilde altını doldurmamız lazım. Yani bir trafik canavarı gibi bir küreselleşme canavarı çıktı sanki, her şeyi kasıp kavuruyor. Hayır, kapitalizmden bahsediyoruz, gayet açık olan şey kapitalizmdir, kapitalizmin geldiği bir aşamadır. Dolayısıyla kapitalizm, kendi iç çelişkileriyle böyle bir aşamaya gelmiştir.
Çözüme dair ya da mevcut olana potansiyel muhalefet nerede ya da nasıl tasarlanabilir? Bunun biliyorsunuz küreselleşme karşıtı hareketler çerçevesinde son aldığı biçimler var, bunlar süreci ne kadar yönlendirebilirler? Çünkü dikkat ederseniz orada kapitalizmin asli kategorileri üzerinden bir temsiliyet yok, yani bir sınıf perspektifi diye ifade edebileceğimiz perspektif bu hareketlerde yaygın değil, varlar, yani orada da varlar. Ama örneğin işçi sınıfı orada milliyetçi olarak var, Amerika’daki gösterilere bakarsanız ciddi milliyetçi, faşizan taleplerle oradalar. Yani göçmenlere karşılar vs. ler, sonra onlar biraz elendiler. Dolayısıyla, burada örneğin “böyle bir sürecin sonunda gelinen noktada ne oldu?” diye bakıyorum, ben daha önceki gösterilere katılan insanlarla da konuştum, şöyle bir şey var dedim: “Adamlar, Davos’ta toplantı yapıyorlar, haydi herkes Davos’a, “Prag” Prag’a. Kendi gündemini belirleyemeyen bir muhalefet, onlar toplantı yapacaklar, karşıtları gidip orada protesto edecekler. “Devrimci turizm” diye yeni bir kavram çıkarttılar, yani insanlar, işte parası olan muhalifler en azından hareket ediyorlar, turizm de böyle bir şey diyorlar.
Böyle bir muhalefet kurumsallaşma açısından ciddi bir zafiyeti barındırıyor, sen kendini kendi önceliklerine göre tanımlamıyorsun, karşı tarafın tasarruflarına göre sen de bir şekilde kendini biçimlendiriyorsun. Burada tabii bir uluslararası dayanışma esprisi içinde, yani küreselleşmenin mağdurları diyeyim kabaca, sınıflar var, kesimler var ve saire. Burada sınıf üzerinden ne kadar temsiliyet mümkün? Yani genel olarak dünyadaki işçi sınıfının potansiyel bir gerilemesiyle karşı karşıya dünya. Son 20 yılda ortaya çıkan süreç, Avrupa Birliğine baktığınız zaman bunu izlersiniz, gayet açıktır, Türkiye zaten malum, diğer ülkelere baktığınız zaman da açık. Ortada işçi sınıfı açısından zayıf bir durum var. Yani bir sınıf mücadelesi var, yükselen bir sınıf mücadelesi var; ama bu işçi sınıfının mücadelesi falan değil, burjuvazinin mücadelesi yükseliyor uzun bir süredir. Yani hiç öyle işçi sınıfının falan mücadelesi yok ortada, kusura bakmasınlar. Bir süre duygusal destek anlamında bir işlevi olabilir bu kavramların. Hakikaten “bir sınıf mücadelesi yok” dememiz mümkün değil, var ve burada da burjuvazi yükseliyor.
Eski sorunlar var muhtemelen, işte uluslararası işçi sınıfının dayanışması yani enternasyonalizm meselesi. Hakikaten burada benim kendi baktığım yerden bu önemlidir, her düzeyde bu tür bir “kapitalizme” karşı kendini tanımlayanların bir şekilde en azından bir dirsek temasına girmeleri gereklidir; bir şekilde konsolide olması zorunlu ama şu aşamada çok mümkün görünmüyor. Yani sendikalar açısından baktığınız zaman sendikalar sürecin önemli taşıyıcısı haline geldiler, Avrupa Birliği için bu böyledir, Türkiye’deki sendikalara bakıyorsunuz, hiç farklı değil. Kısmi karşı çıkmalar var ama hiç yeterli değil.
Bir kere bu toplumda bir dengenin oluşması lazım. Taşların yerli yerine oturması gerekiyor. Ancak bu denge sola bağlı bir denge değil. Burada solun kendi içindeki parçalanmışlığını aşıp, başı sonu belirli bir muhalif projeyi ortaya koyması çok önemli ama göründüğü kadarıyla solun bu beraber davranamama zafiyetini aşması pek mümkün değil. Türkiye’den bahsediyorsak sol kendini dev aynasında görme psikolojisinden çıkmak zorunda. Bir sürü grup ya da insanda ben bunu hissediyorum, “gücümüz var”deniyor, mesela “üretimden gelen gücümüz var”. Tamam, üretimden gelen gücün objektif olarak bir işe yaramıyorsa bu güç değildir zaten, yani Türkiye’de sendikaların yarısı aşırı sağ ya da faşizan partilere kayıyorsa burada başka bir sorun vardır, bu topluma dair bir sorundur. Dolayısıyla, “işçi sınıfının mücadelesi” denildiği zaman bunlar hep yeniden tartışılması gereken şeyler. Potansiyel olarak, uluslararası kapitalizm karşıtlığını göz ardı etmeden onlarla dayanışma içinde ya da bir tür dirsek teması içinde yapılabilecek şeyler muhakkak vardır. Önemli olan bunu yapabilecek gücü bir araya getirebilmektir.
Sonuç olarak Türkiye ile bağlayalım isterseniz. Daha önce vurguladığım gibi, Türkiye’nin en azından yakın geleceği son birkaç yıl içindeki gelişmelerle belirli bir netlik kazanmış durumda. Son dönemde çıkan ve çıkartılması düşünülen yeni yasalarla bu topraklarda yaşayan insanları maalesef iyi şeyler beklemiyor. Yaşanacak süreçte muhtemel gelişmeler şöyle özetlenebilir diye düşünüyorum. Düşünülen tarıma dönük düzenlemelerle açığa çıkacak köylüler daha önce vurguladığım gibi ara mekanizmalar ortaya çıkmazsa kentlere gelecekler, istihdam olanakları en düşük düzeyde neredeyse; işsizlik artacak, yoksulluk artacak, diğer tüm sektörlerde elenme ve merkezileşme yaşanacak. Diğer taraftan jeopolitik dengeler Türkiye’yi açıkça taraf olmaya zorlayacak gibi görünüyor, yada muhtemel tercihler bu yönde oluşacak diyelim. Bunları bir arada düşündüğümüz zaman maalesef iyi bir tablo çıkmıyor.
Tekrar dinlediğiniz ve katkılarınız için teşekkür ederim. Ayrıca bu fırsatı sağladığı için İFMC yönetimine ve çalışanlarına da teşekkür ederim.
—-&—-