A1 Oturumu: Sınıf ve Kuram

4 Eylül 2019 Çarşamba, 16:30
A1 Oturumu: Sınıf ve Kuram.
Kongreye sunulan özetler: Umut Can Yıldız, Siyaveş Azeri, Ahmet Gire, Baran Gürsel

Yürütücü: Özgür Öztürk


Eşitlik Mücadelelerine İdeolojik Bir Saldırı Olarak   Biyolojik Kadercilik: Evrim Kuramının Çarpıtılması ve Genetik Belirlenimcilik

Umut Can Yıldız

Başta ABD olmak üzere tüm dünyada dinci gerici grupların yürüttüğü bilim, biyoloji ve evrim karşıtı tartışmalarının kısmen gölgesinde kalmış iki ana grupta topladığım biyoloji içi fikirlerin yansımaları ve bilimsel içeriğini kaybederek sivrilen propagandaları sınıf mücadelesi açısından aynı derecede ve belki de daha tehlikeli olabilirler. Kapitalizmin bu sözde bilimsel/biyolojik kaderciliklerin ortak noktası sınıflı toplumla ortaya çıkmış veya kapitalist sistem içi bazı ilişkilerin ve yine sınıflı toplumun yarattığı bazı insan davranışlarının tarihin/insanlığın başından beri var olduğu sonucuna ulaşmalarıdır.

Evrim Kuramının Çarpıtılması

Bugünün insan davranışının ve toplumlarının yalnızca biyolojik evrimiyle açıklanabileceğini iddia eden geniş yelpazeli akademik ve popüler bilim kaynakları, teizmin “çünkü böyle yaratıldık” ya da “fıtratımızda var” açıklamalarının yerine “çünkü böyle evrimleştik” açıklamasını koyarak benzer bir muhafazakârlığı seküler kesim içerisinde sürdürüyor. Hâlbuki en az iki milyon yıldır süren kültürel evrimi ve son 10 bin yılda patlama yapan toplumsal evrimi sayesinde doğadaki varlığını korumayı başarmış tek insan türü Homo sapiens’i iki ayaklı diğer insan türlerinden ayıran başlıca biyolojik özelliği yüksek uyum gücüne sahip sinir sistemidir. Bugünün toplumsal ve ekonomik sistemine uygun özellikleri de bu sayede kazanabilmiştir.

Kültürel ve toplumsal evrim yerine ilkel atalarımızda sabitlenmiş ve günümüze biyolojik kalıtımla aktarılmış davranışlar öneren sosyobiyoloji ve evrimsel psikoloji gibi alanlar bugünkü insan davranışlarını açıklamak için sonuçtan nedene doğru evrimsel hikâyeler yazmışlardır. Diğer bir deyişle spekülasyonlar yapmışlardır. Her ne kadar bu açıklamaların çoğu için kanıtlar ortaya konulamasa da, yazılan ve çok okunan makale ve kitaplarıyla anlatılanların bilimsel gerçekler olduğu varsayılmıştır.

Diğer yandan sonradan geliştiren kuramlar kadar pek çok alt kuram içeren evrim kuramının ilk alt teorilerinden doğal seçilimin popüler kullanımlarını da değerlendirmek gerekir. Evrimsel biyolojinin kurucusu Darwin’in İngiltere’de dönüşmekte olan aristokrasiyle yakın ilişkisi ve yeni gelişen liberal ekonomi düşüncelerine yakınlığı nedeniyle kullandığı dil ve kelime seçimleriyle başlayan süreç, bugün evrim anlatımında “Büyük balık küçük balığı yer.”, “Doğa bir savaş alanıdır.” benzeri söylemlerin hiçbir bilimsel dayanak gözetmeksizin toplumsal ilişkileri yorumlamakta kullanılmasına varmıştır.

Gen Bulma Furyası

Yukarıda bahsedilen evrimsel çarpıtmalarda genetik belirlenimcilik biyolojizminin sınırlarına dâhil edilebilir ancak genetik belirlenimciliğin evrimsel açıklamalar içermeyen alanlarına dair hem bilimsel çalışmalar hem de yayınlar artarak devam ediyor.

Güncel örneklerden birisi moleküler genetik alanından verilebilir. Bu alanda yapılan korelasyon çalışmalarında genellikle bir özelliğe sahip insanların genomlarında diğer insanlardan ayrışan ortak dizilimler genetik dizileme(sequencing) ya da işaretler(markers) yoluyla araştırılıyor ve bunu aday genlerin ileri incelemeleri takip ediyor. Kalıtımsal hastalıkların temellerinin keşfinde çok başarılı olan bu yöntem sıra daha karmaşık davranışların araştırılmasına gelince yöntemsel hatalar daha önemli hale geliyor.

Rastgele seçilmiş insanlarla dahi yapılacak bir korelasyon çalışması 3 milyar nükleotitlik insan genomunda pek çok ortak dizilim bulunabildiği için araştırılan her konuda ortak dizilimler bulmak mümkün oluyor. Dahası davranışların oluşumunda kültürel ve toplumsal etkileşimler göz ardı edilip sadece biyolojiye bakıldığında, genetik belirlenimciliğin yine eksik kaldığını görüyoruz. Hızla gelişen araştırma alanı epigenetik, DNA dışı pek çok kalıtım mekanizmasını ortaya koymaya devam ediyor.

Bilimsel makaleler eskisine göre bu konuda artık daha ihtiyatlı davransalar ve sadece aday genlerin belirlendiğinin altını çizseler de reyting veya tık peşindeki medya bu araştırmalar hakkındaki algıyı uç noktalara taşıyorlar. Herhangi bir arama motorunda kısa bir aramayla ‘suç ve ‘şiddet’ genlerinden ‘tanrıya inanç’ ve ‘mutluluk’ genlerine pek çok örnek bulunabilir. En basitinden mutsuzluğu bile ‘demek ki ben de bu gen yokmuş’ şeklinde açıklayan kaderci bakışa kapı aralayan gen bulma furyası kapitalizm, milliyetçilik, ataerkillik, yabancı düşmanlığı, saldırganlık ve rekabeti genlerimizdeki değişmez karakterler tanımlamanın bir aracı haline geldi.

Genetik Determinizm

Richard Dawkins’in Gen Becildir kitabı ile simgeleşen başka bir genetik determinizm türü ise canlı türlerinin esas biriminin DNA zincirleri olduğunu iddia etmiştir. Bu bakış tüm hücre, doku, sistem ve çok hücreli bedenlerin genler tarafından kendilerini çoğaltmak amacıyla kullanılan teferruatlar olarak görür. Dawkins evrimi organizmaların mücadelesinin sonucu olarak değil, genlerin mücadelesinin sonucu olarak görmektir. Ne yazık ki canlılar bir bütün olarak yaşar ve ürerler ya da ölürler. Canlı genotipi ve fenotipi birbirinden çok farklıdır. En nihayetinde polimer bir makro molekül olan DNA’da canlılığın sırrını arayan bu akıl genlerin ifade farklılıklarını, canlının gelişiminin, çevrenin büyük etkisini ve gen dışı bilgi birikim yollarını yadsımaktadır. Dawkins’e göre tüm bedenimizle üremek için programlanmış makinelerizdir ve soyumuzun devamı için yaşarız. Dawkins kitabında doğum kontrol yöntemlerinin veya evlat edinmenin “doğal olarak” neden yanlış olduğunu açıklayacak kadar ileri gitmiştir. Genetik determinizm aynı zamanda insanının doğuştan bencil olduğu görüşüne de götürmektedir, çünkü tek amacı genlerinin emrettiği genlerini çoğaltma görevi olan bireyler yarışmak zorundadır.

Dawkins’in determinist görüşü yanlıştır. Primatlar ve özellikle insan yaşamda kalmak için yaptıkları pek çok davranışı öğrenerek edinirler. Genellikle guruplar halinde yaşarlar, insanda ise bu sınıflı toplumlar öncesinde tam bir komün yaşama dönüşmüştür. Çünkü primatların hayatta kalma stratejisi öğrenebilen, hafıza kullanabilen, düşünebilen ve işbirliği yapabilen bir biyolojik altyapı ile şekillenmiştir. İnsanda ise son iki milyon yıldaki alet ve emek üretiminin de eşlik ettiği bir kültürel birikimle bugünkü haline gelmiştir, bu sayede insan ve insanlık üremekten fazlasını yapma potansiyeline sahiptir.

Bildirinin Amacı

Bu derleme çalışmasıyla Karaburun Bilim Kongresi katılımcılarıyla biyolojik kaderciliğin doğa bilimlerine ilgili veya bilimsel düşünceye sahip kesimler üzerinde gösterdiği ideolojik etkileri tartışmayı ve farklı türlerini ayrıntılarıyla açıklayarak bilimsel eleştiri ve karşı kanıtlarıyla birlikte sunmayı hedefliyorum. Bunun yanı sıra geçerliliklerini koruduğunu düşündüğüm Lewontin’in Biology as Ideology ve Not in Our Genes kitaplarında ortaya koyduğu biyolojideki ideolojilerin sınıfsal tahlillerini ve kalıtımı genlerle açıklamanın yetersizliği tezlerini yeni biyoloji çalışmaları aracılığıyla güncellemek istiyorum.

Neden insan doğası ismini vermiyorum?

İnsan doğası hem felsefeyi de içeren çok daha geniş bir tartışma alanı hem de kullanımı büyük oranda toplum bilimleriyle özdeşleşmiş durumda ve bu bilimlerden insanın biyolojik gerçeklerini tamamen reddeden ekoller nedeniyle yanlış tartışıldığını görüyorum. İnsanın davranışlarını da etkileyen biyolojik bir doğası olduğunu reddetmiyor ancak bahsettiklerim kadar kesin olmadığını ve tek yönlü olarak çarpıtıldığını düşünüyorum. Memelilerin, primatların ve özellikle bonobo ve insan soyunun biyolojik doğasının paylaşımcı, özgeci ve fedakâr biyolojik özellikleri/potansiyelleri yüksek oranda barındırdığını düşünüyorum.


Değer Krizi, “Sağ Popülizm” ve İnsanlığın Kurtuluşunun Ufku      

Siyaveş Azeri

Tüm dünyada, Hindistan’dan Polonya’ya, Rusya’dan Türkiye’ye, Macaristan’dan Brezilya’ya “sağ popülizmin” ve baskıcı yönetimlerin yükselişi serbest piyasa kapitalist ekonomi ile liberal burjuva demokrasinin ilkelerinin koşut geliştiği ve birbirlerini zorunlu kıldığı kadim liberal iddiayı açık biçimde yanlışlar. Bu çalışmada, değeri kapitalizmin içsel olarak çelişkili doğasının kurucusu ve ifadesi olan temel kategori olarak değerlendiren Marx’ı (1992) ve Moishe Postone’u (2003) izleyerek aşırı sağ siyaseti ve diktatörlük rejimlerinin yükselişinin bizzat kapitalizmin gelişiminden kaynaklanan kapitalist üretim ilişkilerinin özsel gerilimlerinin ifadesi olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu özsel çelişki, Kurz’un “değer krizi” olarak nitelendirdiği, (2014) “gerçek servet” (kullanım değerinin) üretiminin “giderek daha az emek zamanına bağlı hale gelmesi” ile değer üretimi için işe koşulan emeğin biçimi (Marx 1992) arasındaki çelişkidir.

Kriz, kapitalist toplumsal üretim ilişkilerine özseldir: Kapitalist üretim ilişkileri başlangıçtan beri kriz yüklüdür; bu içsel çelişki kapitalist toplumun sınıfsal yapısına dayanmaktadır—sınıf savaşımı kapitalist üretim ilişkilerine içkindir.

Sınıfın “siyasi olarak dolayımlanan ve mantıksal anlamda kavramınca öncelenen akışkan bir varlık” (Azeri 2015) olduğu anlamında “sınıf savaşımının” şiddetlenmesine de yol açan bu kriz aynı zamanda komünist bir toplumun inşasının öznesi olarak devrimci-kurtarıcı bilincin kuruluşunun olanaklarını da imler. Sağ popülizm devlette cisimleşen sermayenin toplumsal tahakkümünün sürekli kuruluşunun siyasi aracıdır; bu olgu sermayenin sürekli krizi ve bu krizin yol açtığı olağanüstü durum karşısında devletin bürüneceği siyasi biçimdir.

Sınıf savaşımın siyasal dolayımı işçi sınıfı mücadelesini zorunlu olarak siyasallaştırır. Başka bir deyişle, işçi sınıfı mücadelesi siyasal bir biçime bürünür (böyle bir biçime bürünmek zorundadır). Emek sermayenin bir kişileşmesidir; işin aslında değişken sermaye olarak emek olumsuz biçiminde olsa dahi bizzat sermayedir: Kapitalist emek sermayenin kurucusudur. Bundan dolayı sermayenin Marxçı eleştirisi emek içinden bir eleştiri değil; (kapitalist) emeğe yöneltilen bir eleştiridir. Bu anlamda “kendiliğinden” ve “kendinde” emek sermayeyi eleştirmez. Tersine, sermayeyi kurucu bir “zümresi” olarak emek “doğal” biçimde sermayenin duruşunu içselleştirmeye eğilimlidir.

Bu durum işçi sınıfının neden aşırı sağ siyasetin neferi biçiminde davranabileceğini açıklar: Faşizm sermayenin sermaye içinden “eleştirisidir”. Sınıfları, sınıf hareketlerini ve sınıfsal siyaseti ayrın bir Çin Seddi bulunmamasının yanı sıra, burjuva toplumun bir sınıf toplumu olduğunu, bizzat sınıfları bu toplumun kurucu öğeleri olduklarını un utmamak gerekir. Aristoteles “doğa boşluktan tiksinir” derken yanılmış olabilir ancak toplum, sınıfsal ve siyasal hareketlere uygulandığında bu önerme iç rahatlığıyla kullanılabilir. Toplum, insanlar ve işçi sınıfı yüz yüze geldiği güçlükler karşısında eyleme geçer. Radikal sol bir alternatifin yokluğunda insanların gerici, şoven ve faşist hareketlere yönlenmeleri kaçınılmazdır. Mansur Hikmet’in belirttiği gibi “Kendi yokluğumuzdan dolayı dünyayı kınayamayız. Radikal komünist bir hareket ortada yoksa insanları neden, söz gelimi, ulusal baskıya karşı nasyonalist hareketin saflarına katıldıklarından dolayı eleştiremeyiz” (2001). 

Sınıf savaşımının keskinleşmesi ve toplumsal “kutuplaşma” eski materyalizmin erimini belirleyen sivil toplumun sınırlarını aşan, “toplumsal insanlığı” (Marx 1969) hedefleyen örgütlü mücadele biçimlerini zorunlu kılar. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin yanı sıra kökü kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinde olan “toplumsal biçimlere dayalı soyut toplumsal dayatmayı” (Postone 2003) ortadan kaldırma ereğine odaklı böylesi sol, radikal özgürleştirici “sol” bir programın yokluğunda faşizmin yükselişi kaçınılmazdır.


Kapitalist arzunun üretimi ve yazılım

Ahmet Gire

21. yüzyılda üretimin örgütlenmesinde birçok değişiklik yaşandı. Fordist paradigma değişti, çalışma biçimleri farklılaştı. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan çalışma rejiminde görülen bu değişiklik sosyal bilimler alanında daha sık tartışılmaya başlandı. Hem otonomist marksist kuramcılar hem de marksist yöntemi kullanmayanlar yeni çalışma rejimindeki değişimin kapitalizm içinde radikal bir kopuş olduğunu ve Marx’ın kuramıyla anlaşılamayacağını iddia ettiler.

Bu çalışmada yeni emek biçimleri denildiğinde ilk akla gelen alanlardan birisi olan yazılım incelendi. Bu inceleme Marx’ın kavramları aracılığıyla derinleştirildi. Böylelikle hem Marx’ın kuramının açıklayıcılığı vurgulandı hem de gayri maddi emek litaratürünün bir eleştirisi yapılmaya çalışıldı.

Bahsi geçen tartışma yapılırken özellikle Marx’ın iki kavramına, genel zekâ ve göreli emeğe sık sık atıfta bulunulacaktır. Yazılım üretiminin diğer sektörlere yaptığı etkinin anlaşılmasında ve bilgisayar programı üretilirken yazılımcının içinde bulunduğu ağın yazılım üretimine yaptığı etkinin anlaşılmasında genel zekânın önemli bir kavramsal dayanak olması beklenmektedir.


Sınıf Mücadelesine Ruhsal Perspektiften Bakmak: Sınıfın Bilinçdışı ve Sınıfın Özdeşimsel Aşamaları

Baran Gürsel

Bu sunumda sınıfın oluşum/bozuşum sürecine ruhsal bir yaklaşım sunulacak, bu yaklaşımın sınıf mücadelesine ne gibi katkıları olabileceği tartışılacaktır. Bu sunumdaki ruhsallık kavrayışı, yalıtılmış bir birey öznelliği anlayışı üzerine değil, Marksist ve psikanalitik kuramların diyalogu çerçevesinde, bireysel veya kolektif öznellikler ile toplumsal nesnellikler arasındaki geçişli ve karşılıklı ilişki üzerine kurulmuştur. Daha evvel bir model çerçevesinde tartışmaya çalıştığım (bkz. Gürsel, 2018b) bu geçişli öznellik-nesnellik ilişkisi içerisinde, kapitalist üretim ilişkilerinde işçi konumunda olmaktan kaynaklı olarak ve farklı bağlamlara özgü çeşitli unsurların devreye girmesiyle şekillenen, bireysel ve kolektif işçi ruhsallıkları bu yaklaşımın odağında yer almaktadır.

Sınıf, bu metinde, Ellen Meiksins Wood’un (2008) kavramsallaştırmasından yola çıkarak ilişki ve süreç olma özellikleri çerçevesinde ele alınacaktır. İşçileşme ile başlayan ve Marx ve Engels’in (2004) işaret ettiği gibi kapitalizmle birlikte kendini de yok etmesiyle bitebilecek, oluşum ve bozuşum yönlerinde hareketler içerebilen bir süreç olan sınıf, farklı açılardan ele alınabileceği gibi ruhsal bir açıdan da ele alınabilir. Böyle bir perspektiften bakıldığında işçilerin bireysel ve kolektif eylem, söz, düşünce, düşünce, duygu, arzu, kaygı savunma vb. gibi birçok özelliğini nıfın ruhsallığı kavramı içerisinde ele almak ve sınıfın dinamik sürecini ruhsal bir yaklaşımla yeniden anlamlandırmaya çalışmak mümkündür. Bu çerçevede öznenin Freud’un (2013a, b; 2014) ve onu takip eden psikanalitik düşüncenin ifade ettiği şekilde temel ve yapısal bir bölünmeden muzdarip olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu oluşum ve bozuşum sürecinin bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere iki tarafı olduğu iddia edilebilir. “”Sınıf bilinci””, bu bilinçli tarafın, daha bütünleşmiş biçimlerini tanımlamak için kullanılırken “”sınıfın bilinçdışı”” sınıfın ruhsallığında kurucu olan bilinçdışı dinamikleri tanımlamak için kullanılabilir (Gürsel, 2018b). Sınıfın bilinçdışı bu şekilde ilişki ve süreç olarak sınıf kavrayışının içerisine yerleştirilmekte ve sınıfın eylemlerini anlamaya ve geliştirmeye izin verecek bir kavram olarak oluşmaktadır.  Bu kavram, kapitalist üretim ilişkilerinin işçileşen kişi ve kesimlere dokunuşuyla harekete geçen ve türlü türlü aracı unsurla (çalışma koşullarından mücadele tarihine, cinsiyetten biyografik öykülere…) şekillenen bireysel veya kolektif sınıf eylemlerinin arkasındaki bilinçsiz dinamiklere işaret etmektedir. 

Sunumda, bu genel yerleştirmeden sonra, sınıfın ruhsallığının -ve onun içinde sınıfın bilinçdışı dinamiklerinin- nasıl okunabileceğine ilişkin bir model önerisi sunulacaktır. Daha evvel de tanıtılmaya çalışılan bu model (bkz. Gürsel, 2018a) çeşitli işçi gruplarından (örn. Tekel işçisi, katı atık işçisi, beyaz yakalı, vb.) örneklerle dinleyenin gözünde daha canlı hale getirilmeye çalışılacaktır. Sınıf ruhsallığına ilişkin bu modelin şöyle temel bir varsayımı vardır: Her işçinin tabii olduğu bir durum olan, yaşamak için çalışmak zorunda olma durumu, işçilerin evrensel gerçekliğidir ve bu gerçekliğin evrensel bir öznel karşılığı vardır.  Thompson’un (2012) “”sınıf deneyimi”” olarak sınıf anlayışının merkezine koyduğu bu öznel karşılığı kendi perspektifimden “”birincil güvencesizlik deneyimi”” olarak adlandırıyorum. Her işçi nesnel ve öznel anlamda birincil güvencesizliğin etkisi altındadır. Bununla birlikte her işçi ve işçi grubu, bağlama özgü aracı unsurların (çalışma koşullarından siyasal düzene, toplumsal cinsiyetten biyografik öyküye kadar birçok unsur) etkisi dolayısıyla  bu deneyimi farklı şekillerde yaşar ve açığa vurur. Bu model çerçevesinde, sınıfın oluşum ve bozuşum sürecinde bu deneyimin dört şekilde yaşanabileceğini iddia edilmekte ve sınıf sürecini bu dört kategoriye dayanak aşamalandırabileceği savunulmaktadır. Sınıf sürecinin en “erken” aşamasında -ki sınıf sürecinin zamanla paralel olarak ileriye doğru gitmek zorunda olmadığını, dolayısıyla her aşamaya doğru ilerleme ve gerilemelerin mümkün ve koşullara bağlı olduğunu akılda tutmalıyız – işçilerin ürettiği sınıf deneyimi ifadeleri, üretim ilişkilerine bağlı nesnelerle (işveren, devlet, para, diğer işçiler, vb.) kurulan hiyerarşik özdeşleşmelere ve idealizasyonlara dayanmaktadır. Ve bu aşamada ruhsal dünyada bir işçileşme söz konusudur ve bu nesneler koşulsuz olumlanmaktadır. İkinci aşamada, işçilerin ürettiği sınıf deneyimi ifadeleri yine üretim ilişkileriyle kurulan hiyerarşik özdeşleşmelere dayanır ama ruhsal dünyada işçileşmeye bir direnme de söz konusudur ve bu nesneler olumsuzlanmaya çalışılır. Üçüncü aşamada özdeşleşmenin türü değişir ve yapısal olarak eşit konumda olan nesnelerle (örn. diğer işçiler) eşitlikçi özdeşleşmeler kurulurken, yapısal olarak eşit konumda olunmayan nesnelerle (örn. işveren, devlet, vb.) aradaki fark tanınmaya başlanır. Burada ruhsal dünyada bir yandan bir işçileşme söz konusuyken bir yandan da işçi olmayanla dikey bir ayrıştırma yapılır ve mücadele imkanlı hale gelir. Sınıf oluşum sürecinin dördüncü ve “”son”” aşaması ise yine eşitlikçi özdeşleşmeler temelinde kurulur ama burada ruhsal dünyada işçileşmeye direnme söz konusudur. Yani işçilik durumunun, o durumu yaratan düzenle birlikte ortadan kaldırılması, yani “”alternatfiler”” artık ruhsal dünyada imkan olarak belirmiştir. Nasıl ki birinci aşama niteliksel olarak sınıf sürecinin “”başı”” ve “”çekirdeği”” ise, dördüncü aşamada sınıf sürecinin sonundaki sınırdaki aşamadır. Sınıf, başlangıcı ile sonu arasında, aracı unsurların etkisiyle bu özdeşimsel aşamalar arasında ileri ve geri gitmek suretiyle oluşmakta ve bozuşmaktadır. Bu model çerçevesinde, bu süreci oluşum yönüne doğru götüren unsurların işlevleri ruhsal perspektifen “”dönüşmeci sembolleştirme”” olarak; aksi yöne götüren unsurların işevleri ise “”sakınmacı savunma”” olarak tanımlanmaktadır. Sunumda bu aşamalar ve bu aşamaları yaratan unsurların gördüğü işlevler somut örnekler çerçevesinde anlatılacaktır.

Burada, ilişki ve süreç olarak sınıf kavrayışı içerisine, sınıfın bilinçdışı ve sınıfın özdeşimsel aşamaları kavramlarının yerleştirilmesini önerirken amacım sadece kuramsal ve araştırmaya yönelik önerilerde bulunmak değildir. Bana kalırsa bu tarz bir yaklaşım ve okumanın sınıf mücadelesi açısından da faydaları olabillir ki sunum içerisinde bunları da tartışmayı hedefliyorum. Sınıfı, kapitalizmi yıkabilecek politik bir birlik olmaya ya da olmaktan geriye düşüren aracı unsurların tanınmasının ve ne şekilde etki ettiklerinin anlaşılmasının, sınıf mücadelesi verenler bizlerin de kendi işlev ve etkilerimizi gözden geçirmemiz ve ihtiyaç varsa değiştirmemiz açısından da anlamlı olacağını düşünüyorum.

Özet için yararlanılan kaynaklar:

Freud, S (2013a) “Bilinçdışı”, Metapsikoloji içinde, çev. E. Kapkın ve A. Tekşen, İstanbul: Payel, 169-195.

Freud, S. (2013b) “Ego ve İd”, Metapsikoloji içinde, çev. E. Kapkın ve A. Tekşen, İstanbul: Payel, 339-374.

Freud, S. (2014) Düşlerin Yorumu II, çev. E. Kapkın, İstanbul: Payel.

Gürsel, B. (2018a) “Kapitalist Üretim İlişkilerinde Sınıfın Ruhsallığı: Kavramsal ve Yöntemsel Öneriler”, http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com.tr/2018/05/kapitalist-uretim-iliskilerinde-snfn.html, indirilme tarihi: 16 Mayıs 2018.

Gursel B. (2018b) Sınıfın Bilinçdışı: Sınıf Nesnelliğinin Taşıyıcısı, Sınıf Öznelliğinin İtici Gücü, Sınıf Bilincinin Harcı, Praksis, 47 (2): 41-62.

Marx, K. ve F. Engels (2004) Alman ideolojisi: Feurbach, çev. S. Belli, İstanbul: Sol.

Thompson, E. P. (2012) İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. U. Kocabaşoğlu, İstanbul: Birikim.

Wood, E. M. (2008) “Bir Oluşum ve İlişki Olarak Sınıf”, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması içinde, çev. Ş. Artan, İstanbul: Yordam, 95-130.