Yürütücü: Melih Yalçın
Çocukluk Deneyimi Etrafında Krizi Yeniden Düşünmek
Dilan Alataş ve Oğuz Karayemiş
İçinden geçmekte olduğumuz krizi ekolojik, iktisadi ve öznellik düzeyinde en az üç farklı başlık altında değerlendirmek mümkün. Kuşkusuz, her bir analitik-politik çizgi, bize kapitalist üretim tarzının krizini farklı bakış açılarından görünür kılar. Hatta eleştirel olarak daha da ileri gidip, mevcut krizi, sermayenin insani ve insan olmayan unsurları seferber ederek ürettiği gerçekliğin bir krizi olarak tanımlamak da gerekir. Çünkü, gerçekliğin kapitalist üretimi, gündelik yaşama içkin (çalışma, sosyalleşme, sanatsal üretim, boş zaman, beslenme, barınma, eğitim vb.) çok sayıda birbirine eklemlenmiş süreç aracılığıyla kurulur. Aynı zamanda, aşikâr kriz göstergelerini üreten asli çatışmanın zemini de gündelik yaşama içkin bu süreçlerdir. Bu süreçler, hem insanların yaşamlarının yeniden üretimi olanaklarını temellük eden proleterleştirmeyi, hem de etnik, cinsel, sınıfsal tabi kılınmayı içerirler. Bunun anlamı, kentsel ve kırsal ekosistemin yağmalanması, insan ya da insan olmayan canlı topluluklarının ve kolektif belleğin sömürgeleştirilmesidir. Fakat, bu saldırı hatları, henüz bir direnç biçiminde ortaya çıksa bile, onları en azından ontolojik olarak önceleyen bir mücadeleye cevap verirler. HES karşıtı mücadelelere bakarsak, bir yanıyla bu mücadelelerin kırsal alanda kendi beslenme ihtiyaçlarının teminini güvenceye almak isteyen köylülerin sulak alanları için yürüttüğü bir mücadele de olduğunu görürüz. Aynı zamanda da, bu mücadele kırsal ekosistemin diğer canlı türleri için de verilir. Fakat, HES “”ihtiyacını”” yaratan şeyin, kentli ofis ve fabrikaların elektrik ihtiyacı olduğunu fark ettiğimiz anda, kentteki kapitalist iş karşıtı mücadelelerin ve dahası, sağlıklı beslenme olanakları için verilen mücadelenin de bununla kesiştiği fark edilir. Ya da, örneğin, kentteki bir ebeveynin çocuğunun sağlıklı yaşamı için giriştiği “”organik gıda”” arayışı ve gelişimi açısından oyun alanlarının dar mekân-zamanlara, özelleşmiş kurumlara, teknolojik aygıtlara veya oyuncak endüstrisinin parlattığı oyuncaklara sıkıştırılması karşındaki hoşnutsuzluğu da bu düzlemde düşünülebilir. Bu yüzden, biz bu çalışmada gerçekliğin girdiği krizi çocukluk deneyiminin etrafında aldığı biçimler üzerinden incelemeyi deneyeceğiz. Zira, çocuk hem kapitalist gerçekliğin üretiminin sonunda bulunur (yani, çocuk daima onu önceleyen üretilmiş bir gerçekliğe doğar ve o gerçeklik içerisinde gelişir); hem de daima o gerçekliğin üretiminin en başında bulunur (yani, çocuğun kendisi gerçekliğin üretimini sürdürecek canlı emeğin, sosyal ilişkilerin hammaddesi olarak görünür). Bunun anlamı, çocukluk deneyiminin eğitim, oyuncak ve gıda endüstrilerinin ve ayrıca pedagojik, tıbbi ve klinik iktidar oluşumlarının daimi nesnesi olmasıdır.
Çocukluk deneyiminin ve ebeveynlik kurumunun değişimleri ve eğilimleri içerisinde kapitalist gerçekliğin izini sürerek, çocuğun büyüme-gelişme-sosyalleşme süreçleri boyunca krizin hem çocuğun dünyayla ilişkisini hem de ebeveynlerin kaygı ve eğilimlerini nasıl belirlediğini görmek, bizi krizin somut doğasına yaklaştıracak bir mercek işlevi görecektir. Kent merkezlerinde, oyun alanlarının giderek yok olmasıyla birlikte “”oyunun”” bir piyasaya dönüştürülmesi ve alışveriş merkezlerinin sıkıca yapılandırılmış oyun alanlarının kısıtlı süreyle erişilebilir yegane alanlar olarak ortaya çıkması kentsel krizin bir semptomudur. Toprağı yeterince deşemeyen, doğadaki nesneleri (ağaç dalının sertliği, çamurun ıslaklığı, taşın dokusu) dilediğince oyununun bir aracı haline getiremeyen, çocuk çetelerinin işbirliği, çatışma, problem çözme olanaklarından mahrum kalan çocukların duyusal ve sosyal gelişimleri bir problem olarak ortaya çıktığı için, ebeveynler oyun terapilerine yönlendirilmektedir. Bu sayede oyun sadece piyasalaşmakla kalmamakta, aynı zamanda kurumsal ve klinik bir nesne haline gelmektedir. Böylece görece kendiliğinden bir yapıya sahip olagelmiş olan oyun, bir kurumdan talep edilen, bu yolda ciddi paralar harcanan bir meta olarak ortaya çıkmaktadır.
Kuşkusuz oyun üzerine bu kısa örneğin gösterdiği şey, çocukluk deneyiminin nasıl da giderek kapitalist mübadele ve denetimin nesnesi olarak kurulduğudur. Ebeveynlerin kaygıları (beslenmeye, barınmaya, eğitime, oyuna) mevcut krizin içinde yeniden yapılanmakta ve çoğunlukla -başka olanaklar yaratılmadığı oranda- kapitalist bir tarzda çözüme kavuşmaktadır. Çalışmamızda çocukluk deneyiminin farklı yönlerini ele alarak, hem onların kriz etrafından nasıl dönüşümden geçtiğini, ebeveylerin kaygılarının kapitalist yollarla tatmin edilmeye çalışıldığını, hem de krizin içindeki direniş ve farklı bir toplumsallığın yaratım olanaklarını tartışmaya çalışacağız. Bu bizim için, kapitalist gerçekliğin krizinin kentsel alanda aldığı biçimleri çocuklar üzerinden görmemizi sağlayacaktır.
Sınıf Mücadelesinin Tarihsel Konağı: Kent Hakkından Kentsel Praksis’e Doğru
İrfan Mukul
Doğa ve insan arasındaki birliğin türevi olan mekan, toplumsal olarak üretilmektedir ve bir toplumsal faaliyet ürünüdür. Mekanın ve toplumun karşılıklı üretimini sağlayan ise toplumsal üretim ilişkileridir. Lefebvre’nin dediği gibi her üretim biçimi kendi özgül mekanını yaratır. Bir üretim biçimi olan kapitalizm de mekanı kendi gereksinimleri çerçevesinde düzenler. “Fransız düşünüre göre günümüzde mekanların üretilmesinin arkasında asıl olarak kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimi vardır. Kapitalist toplumsal üretim ilişkileri, hem üretimin toplumsal ilişkilerini (yaş, cinsiyet, aile gibi) hem de maddi üretim ilişkilerini (işbölümü ve bu işbölümünün hiyerarşik toplumsal işlevler şeklinde örgütlenmesi gibi) içerir. Bu iki kümenin yeniden üretimi ise fabrika ya da iş yerlerinde değil; bir bütün olarak mekanda gerçekleşir. Lefebvre’e göre mekan, toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin yeridir. Bu sebeple kapitalizm kendini yeniden üretirken, mekanı da bir bütün olarak yeniden üretmek zorundadır” (Kaynar; 2015:24).
Bununla birlikte sermayenin varlığı kapitalist ilişkilerin yeniden üretildiği mekan parçalarının düzenlenişine bağlıysa, Harvey’in deyişiyle; “Kapitalizmin mekanı, en nihayetinde sınıf ilişkilerinin mekanıdır.” Hal böyle olduğunda mekanların sermaye tarafından üretilmesi, sınıf ilişkilerini de yeniden üretir. Bu nedenle mekan, emek ve sermaye sınıfları arasındaki ilişkiler bütünü olarak da tanımlanmalıdır. Dünya nüfusu içinde kent nufüsu oranının % 50’lerin üzerine çıkması (bu oran ülkemizde % 90’lara ulaşmıştır) proleterleşme süreçlerini arttırmasının yanında, sınıf çelişkilerinin belirginleştiğini ve emek ile sermaye arasındaki mücadelelerin yaygınlaştığını göstermektedir. Kent hakkı ve oradan hareketle kentsel praksis’e doğru bir yönelim, tabiatıyla emekçilerin önünde durmaktadır.