B8 Oturumu: Akademinin Krizi

7 Eylül Cumartesi 10.00
Yürütücü ve Çerçeve Sunuş: Özlem Özkan
Katılımcılar: Doğan Emrah Zıraman, Pınar Eldemir
Davetli Konuşmacı: Tuna Altınel

Yürütücü ve Çerçeve Sunuş: Özlem Özkan


Marksizm mi Marksiyoloji mi? Akademi ve Marksizm İlişkisi Üzerine Bir Tartışma

Doğan Emrah Zıraman

Lenin “Ne Yapmalı?” kitabında Engels’in “sosyal-demokrasinin büyük mücadelesinin” üç alanda olduğunu aktarır: politik, [pratik] ekonomik ve teorik mücadele (Lenin, 2003, 31). Lenin’in de atıf yaptığı “Köylüler Savaşı” çalışmasında Engels “[Alman İşçi Sınıfı için] Bütün teorik sorunlarda gittikçe daha çok aydınlanmak, … yani incelenmesi gerektiğini sürekli göz önünde tutmak, özellikle önderlerin görevi olacaktır. Görev, böylece elde edilen, gittikçe netleşen görüşleri işçi kitleleri arasında artan bir gayretle yaygınlaştırmak, parti ve sendika örgütlerinin saflarını daha sağlam bir biçimde sıklaştırmak olacaktır.” der (Engels, 2003, 20, boldlar bana ait)

Marksizm’in üçüncü “büyük mücadele” alanı olan “teorik alan” öncelikle parti görevidir. Ancak bununla birlikte dünya çapında da akademi içinde de kendisini ve de çalışmalarını “Marksist” olarak tanımlayan akademisyenler olduğu gibi “Frankfurt Okulu” gibi kendisini bütünüyle Marksizm içinde tanımlayan akademik gruplar da ortaya çıkmış ve de çıkmaktadır.

Akademide Marksizm ile ilişkili olarak ilk olarak ele alınması gereken şey Marksizm’in ne olduğu tartışmasıdır. Bu tartışma aynı zamanda akademisyenlerin kendi sınıfsal konumlarını belirlemesi açısından belirleyici olacaktır. Akademisyenin sınıflı toplumdaki konumunun belirlenmesi özellikle Marksist Akademisyenler’in Engels ve Lenin’in işaret ettiği üçüncü büyük mücadele alanındaki konumlarını  tartışmaya ve belirlemeye de olanak sağlar. Ayrıca akademisyenlerin sınıfsal konumlarının tarif edilmesi sayesinde genel olarak bir akademisyenin özel olarak  Marksist Akademisyenler’in de Marksizm’den ne anladığı, nasıl anladığı da kendisini daha belirgin bir şekilde gösterecektir.

Akademisyenler en genel olarak “aydın” kategorisi içinde yer alır. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nden itibaren  “işbölümü eşittir sınıflı toplum” temelinden baktığımızda akademisyenler aydınlar gibi iş bölümünde kafa emeği içinde yer alırlar.  Sınıflı toplumun iş bölümü üzerinden tarif edilmesinden dolayıdır ki Lenin Marx ve Engels’i “toplumsal konumları itibariyle burjuva aydınları” içinde tanımlar. (Lenin, age, 36)

Aydınların sınıflı toplum içindeki konumunu ister Lenin’in “aydın kendi sınıfının temsilcisidir” sınırları içinde istersek Gramsci’nin “geleneksel-organik aydın” sınırları içinde ele alınsın aydın kavramının içinde yer alan akademisyenler  her şeyden önce ücretli çalışanlar olarak hiç bir muğlaklığa izin vermeyecek bir şekilde sınıflı toplumda konumlanırlar.

Akademisyenler ağırlık olarak üniversitelerde çalışırlar. Üniversiteler dışında akademik alanlarına bağlı olarak araştırma kurumlarında ve/veya kurumların birimlerinde yer alırlar. Elbette akademik titri olup eğitimini aldığı alan dışında çalışıyor olanlar konumuz dışındadır. Ancak hayatını idame edecek gelire sahip olan bir aristokrat veya burjuva olup kişisel keyfine, merakıyla akademisyen olanlar hariç, akademik titri olduğu halde işsiz akademisyenler de hem genel ekonomi-politik içinde hem de özel olarak üniversite ya da bir başka kurumla ilişki olarak sınıfsal bir ilişki içindedir.

En genel anlamda akademideki Marksist çalışmalar en dar anlamda ise Marksist Akademisyenler’i her şeyden önce Engels ve Lenin’in işaret ettiği üçüncü büyük mücadele alanı olarak “teorik alan”la ilişkileri içinde ele alınmasına olanak verir.

Bağlamından çarpıtılan Marx’ın  “ben Marksist değilim” cümlesine bir an için sadık kalalım ve Marksizm kavramını yok sayalım. Marx ve Engles “Alman İdeolojisi’nde “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda kaldığı bir ideal değil, günümüzdeki

[kapitalist]

durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz…[G] erçekten de pratik materyalist açısından, yani komünist açısından sorun, mevcut dünyayı köklü biçimde dönüştürmek ve verili şeyleri pratikte ele alıp değiştirmektir.” derler (Marx-Engels, 2013, 43, 49; italikler yazarlarına, boldlar bana ait)

Bu bağlamda Marx’ın izinden giden herhangi bir akademisyen her şeyden önce Marksist değil “pratik materyalist-komünist” olmak zorundadır. Çünkü Alman İdeolojisi başta olmak üzere Marx ve Engels kendilerini “kapitalizmi yıkmak”, “verili şeyleri pratikte ele alıp değiştirmek” olarak “pratik materyalist-komünist” olarak tanımlarlar. Onların tüm teorik çalışmaları da bireysel anlamda değil tersine işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizme karşı kolektifliği zorunlu kılan “pratik materyalist-komünist” hareket içindir.

Detayları tartışmaya ve de çatışmaya açık olmakla birlikte, Marx ve Engels tarafından üretilen “pratik materyalist-komünist hareketin” teorisinin ismidir, tek başına pratiğini içermez. Pratiğin değerlendirilmesi sırasında onun Marksist bir karakter taşıyıp taşımadığını ölçmemizi sağlayacak bir ölçü işlevini görür sadece. Bu bağlamda bir Marksist her şeyden önce Marx ve Engels’in tanımladığı bağlamda “pratik materyalist-komünist” olmak zorundadır.

Serdal Bahçe “Mülkiye Dergisi”nde yayınlanan “Marksoloji mi Marksizm mi? Kapitalin İzinde” makalesinde Marksoloji’yi  “Marx külliyatını analiz etmeyi görev edinen bir uzmanlık alanı olarak” tanımlar.  (Agm, 150). Ancak Bahçe, Marksoloji’nin “Marx külliyatını analiz” etmekten çıkıp “Marksizmi sıradan bir “iktisat”,  sıradan bir “ sosyoloji”, sıradan bir “felsefe” okuluna dönüştürmeyi amaçlayan, acıkası onu içeriğinden soyundurup sıradan pür bir bilime dönüştürme projesi…” olarak ifade eder. (agm, 150). Bahçe çalışmasında özetle Marksoloji’nin sınırlarını nerelere doğru değiştirdiğini ve genişlettiğini göstermeye çalışır.

Bu noktada Bahçe’nin Marksoloji’nin Marx’ın “yapıtlarını inceleme” çeperinden çıkarak, sınırlarını “iktisat”, “sosyoloji”, “felsefeye” doğru genişletirken aynı zamanda Marksizm’i “yeniden bir felsefeleştirmeye tabi tutma çabasını”na dair düşüncesine katılıyorum. Ancak Marksoloji’nin  “Marx külliyatını analiz etme” için kullanılan terim olarak kullanılmasına devam etmekle birlikte Bahçe’nin Marksizm’in “pür bir bilime dönüştürülmesinine, felsefeleştirilmesine” akademiyi de içine katacak biçimde Marksoloji yerine, Marksiyoloji terimi ile kavramlaştırılmasını öneriyorum.

Bu bağlamda Marksoloji “Marx’ın külliyat bilgisi” iken , Marksiyoloji “Marx’ın kavramları  ile üretilen bilgi”yi ifade eder. Marksiyoloji kavramı Bahçe’nin işaret ettiği “pür bilimi ve felsefeyi” de  içerdiği gibi çalışmanın ana ekseni bakımından akademiyle ilişkilendirilme olanağını da içerir.

Marksizm ile Marksiyoloji’nin arasındaki bir ayrımın yapılması her şeyden önce Marksizm bağlamında şarttır. Marx’ın ürettiği bilginin bir şekilde kullanılması elbette kimsenin tekelinde değildir, olamaz da zaten.  Ancak bir bilgi Marksizm sınırlarında tanımlanıyorsa, tanımlanacaksa  en başta işçi sınıfının kapitalizmi yıkmak için gerektiği bilgiyi içermesi, tam da bu nedenle en başta işçi sınıfı için “mevcut dünyayı köklü biçimde dönüştürmek ve verili şeyleri pratikte ele alıp değiştirmek” ile ilişkili olması gerekir. Bunun dışında Marx’ın kavramları ile ilişkilendirilen her türlü bilgi Marksiyoloji içinde yer alır. Bu durum aynı zamanda Marksist Akademisyen ile Marksiyolojist Akademisyen arasında da bir ayrımı da zorunlu kılar.

Marksiyolojist bir bilgi Marksist bilgi olmadığı için kendiliğinden değersiz, işe yaramaz bir bilgi anlamına elbette gelmez. Bu nedenle de Marksiyoloji ile tanımlanacak bir çalışma sırf bu nedenden dolayı anti-Marksist olarak tanımlanamaz. Ancak Marksiyoloji Marksizm’i “pratik materyalist-komünist hareket”ten ayırarak, Bahçe’nin işaret ettiği biçimde, Marksizm’i  “pür bilime dönüştürme”, felsefeleştirme” eğilimine girerse ve/veya bunu iddia ederse Marksizm, Makrsiyoloji ile hiç vakit kaybetmeden doğrudan sınıf savaşıma girmek zorundadır.  Çünkü bu tür bir durumda Marksiyoloji kendi sınırlarından çıkarak doğrudan Marksizm karşısında anti-Marksist konuma geçmiş olur.


İstanbul Akademisi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme: Yönetmelikler Ne Anlatıyor?

Pınar Eldemir

Akademisyen kimdir? Akademide çalışmak ne anlama gelir? Akademisyenin hakları nelerdir? Akademisyenin çalışma saati olur mu? Bu ve bunun gibi pek çok sorunun yarım ağızla yanıtlandığı bir yapısal belirsizliğin içerisinde bu belirsizliğin aslında işin doğasında olduğuna dair mitler kendisini akademisyen olarak addeden kişiler tarafından her geçen gün yeniden üretilmekte. Meşrulaştırma mekanizmaları oldukça çeşitli ve kendisini hissettirmez durumda. Eğer akademisyenliği bilgi üretmek ile eş tutuyorsak, o zaman elbette bunu yapmanın ne zamanı ne de yeri olduğunu söyleyebiliriz. Bu çalışma akademi düşüncesinin başta üniversiteler olmak üzerine kurumlar yoluyla nasıl inşa edildiğinin izini sürmeyi amaçlamıştır. Aslında başlıktan da görülebileceği üzere bu araştırma kurumların yönetmelikler yoluyla sistemleri nasıl söylemsel düzeyde kurduğunu ortaya koymayı amaçlamıştır.

Araştırma bu izi sürerken iki temel noktanın gözden kaçırılmaması gerektiğini savunur. Bunlardan birincisi her bir akademi deneyiminin kendine özgü bireysel bir yanı vardır ve bu özgünlükler siyasetten, ekonomiden, ideolojiden ve kültürden beslenmektedir. Bununla birlikte bu deneyimlerin aynı zamanda ne biçimde sistematikleştirilip kurumsal seviyede geçerlilik sağladığı da gözden kaçırılmamalıdır. Açacak olursak üniversitelerin yönetmeliklerinde yer alan Araştırma ve Öğretim Görevlilerinin çalışma koşullarının belirsizlik ve esneklik üzerinden oturduğu karşılığa metinsel anlamda yönetmeliklerden ulaşmak mümkündür.

Çalışmanın Yöntemi:

Yöntemsel açıdan çalışmada nitel araştırma yöntemleri perspektifi benimsenmiştir ve yukarıda bahsedilen içerikler Nvivo-12 programı kullanılarak incelenecek ve bu veriler üzerinden eleştirel söylem analizi yapılacaktır. Çalışmanın ele almayı planladığı grup İstanbul’daki üniversitelerde meslek hayatına yeni başlamış Araştırma Görevlileri ve Öğretim Görevlilerinden oluşmaktadır. Bu iki unvan kimi ilgili metnin içerisinde “öğretim görevlisi” veya “öğretim elemanı” olarak geçmektedir. Bununla birlikte bu çalışma kapsamında incelenecek bir diğer unsur da vakıf üniversitelerinde çalışan burslu yüksek lisans/doktora öğrencileridir. Bu öğrenciler de çoğunlukla öğretim elemanlarının çalıştığı yoğunlukta çalışmaktadır ancak bağlı oldukları yönetmelik burs yönetmeliği olmaktadır. 

Analizin yapılacağı metinler şu şekildedir: (a) 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, (b) 2914 sayılı Yüksek Öğretim Personel Kanunu, (c) Genel Kadro ve Usulü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (Kararname No:2), (d) Yükseköğretim kurumları öğretim elemanlarının kadroları hakkında Kanun Hükmünde Kararname, (e)YÖK’ün resmi sayfasında yer alan ilgili yönetmelikler, (f) 44 vakıf ile 12 devlet üniversitesinin ilgili yönetmelikleri ve (g) vakıf üniversitelerinin burs yönetmelikleri.

Çalışmanın Kısıtları:

Metin üzerinde yer alan iş tanımlamaları her zaman güncel durumu yansıtmakta yeterli olmayabilir. Mesleğe yeni başlamış genç öğretim elemanlarının deneyimlerinin bu tip konularda nasıl bir tablo çizdiğini anlamak adına detaylı bir etnografik çalışma yürütme yapmak gerekmektedir. Bu çalışma böyle detaylı bir tabloyu vermekten ziyade kurumsal düzeyde nasıl bir iş bölümü tablosunun inşa edildiğini görmeyi amaçlamakta ve kendisinden sonra gelecek araştırmalar için de ön çalışma olma niteliğine sahip olmayı hedeflemektedir. Ek olarak da, bu çalışma sadece İstanbul’a odaklanmaktadır. Her ne kadar 2547 sayılı kanun Türkiye geneli için incelenebilse de bu çalışmanın eğildiği diğer yönetmelikler bütüne dair bir beyanda bulunma konusunda söz sahibi değildir. Buradan hareketle bu ön araştırmayı yalnızca İstanbul resminin bir renk temsili olarak görmek mümkündür.


Davetli Konuşmacı: Tuna Altınel