B7 Oturumu: İşçi Sınıfının Yeni Hâlleri

6 Eylül Cuma 16:30
Yürütücü: Doğan Emrah Zıraman, Katılımcılar: Kutlu Tuncel, Aslı Kaykısız, Ebru Işıklı, Şebnem Oğuz, Nur Üstündağ

Yürütücü: Doğan Emrah Zıraman


İşçi Sınıfının Yeni Kültürleri: Neo-Patriyarşi ve Sınıf Olmayan

Kutlu Tuncel

Kültür kelimesinin yaygın kullanılışı veya mevcut anlamı, kapitalistik gelişmeyle eşzamanlı olarak oluşmuştur (Williams, 2017: 11). Bu noktada kültür, hem verili toplumsal ilişkilerin mitolojik bir sıfır noktası olarak hem de (bizim ilgilendiğimiz yer daha çok burasıdır) sınıfsal ayrımların yeniden üretim alanları olarak görülebilir. Bu araştırmaysa ampirik bir kültür sosyolojisi yerine, bu türden bir kültür sosyolojisini mümkün kılabilecek bir sınıf sosyolojisi ön-taslağıyla ilgileniyor. Bu çalışma aracılığıyla, kültür kavramını, özel anlamıyla bir sınıf kültürü olarak, Lukacsçı “sınıf bilinci”ne referansla, tarihsel ve ekonomipolitik bir içerikte yeniden tanımlamayı ve sınıf siyasetlerini tekrar nasıl kurabileceğimizi anlamayı hedefliyorum.

Lukacs, Marksist teori ve pratiğin ortaklaşması ekseninde, tarihselci anlamlarıyla sınıfsal faillikleri, “süreçteki ‘özne olarak’ hakikatin kendisi”ni (Lukacs, 1998: 103) yeni bir sınıf fenomenolojisi aracılığıyla betimlemeyi önermişti. Buna göre bir sınıfın kendinde ve kendi için varlığı, “altyapısal ilişkiler (semptomal olarak tarih) + sınıf bilinci” şeklinde tasarımlanabilir. Bu formülün Hegelci açıklaması daha çok şudur: üretim güçleri tarihin tözü olarak vardır ve bu töz serisel bağlanımlarda yüklemler üretir, işte tam da bu üretim aşamasında (Hegel bu üretimi tinselleşme olarak mistifiye etmiştir) “töz öznedir” (Hegel, 1986: 30), üretim güçlerin mevcudiyeti üretici sınıflar arasındaki ilişkiye dönüşür. Biz bu çalışma için Hegelo-Lukacsçı kavram serilerini kısmen dönüştürme taraftarıyız. Sınıf bilincini stratejik sınıf kültürleri moduslarında yakalamak ve bir sınıf kültürünü, ontolojik farkları hegemonik olarak içerebilme kapasitesine bağlı olarak analiz etmek istiyoruz: bu tanımları alanların içinde göstermeyi denersek çalışmamızın ampirik ufku, işçi sınıfının siyasetleriyle maskülen davranış setlerinin ilişki(sizlik)lerini ortaya koymak olacak. Bu ortaya koyma hareketini geleneksel ve yeni işçi kültür siyasetlerinin başarı ve başarısızlıklarını mukayeseli bir şekilde takip ederek yapmayı planlıyorum.

Birinci olarak dikkatli olmamız gereken şey, erken işçi sınıfı mücadelelerinde sui generis bir işçi sınıfı kültürünün teşekkül edip etmediğidir. Erken 19.yüzyılda sosyalist hareketler örneğin İngiltere’de hala kırsalcılık ve gotik ortaçağcılık üzerinden siyasal motiflerini üretebilirken (Williams, 2017: 35-58, 207-251), Ranciere de bizi kıta Avrupasında işçi ayaklanmalarının ve eşitlikçi işçi kültürlerinin modern-olmayan zanaatçı kökenleri konusunda uyarır (2009: 107-109). Saf bir işçi kültürü aramak isteyenler bunun için hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu aşamada (Avrupa’da) kapalı bir işçi sınıfı devresi çoğunlukla işçi aristokrasisinden ayrılamaz ve ancak 20.yy’daki kitlesel demokrasilerin oluşumu ve sendikaların burjuva sivil toplumuyla uzlaşmasının ardından, geleneksel bir işçi sınıfı kültürü tezahür edebilmiştir. Benzer bir korelasyonu, Türkiye’deki sınıf mücadelelerinde, 1960’ların ilk yılları için göstermeyi tasarlıyorum.

İkinci olarak yeni işçi sınıfı temsilleri ve kültür tiplerinin bocalamaları üzerinde duracağım. Temsil kavramından işçi sınıfının post-Marksist teorizasyonunu, kültür tiplerinden ise sol siyasetlerin yapısalcılık-sonrası pratiklerini anlıyorum. Yeni işçi sınıfı kültürlerini, yeni toplumsal hareketlerin (YTH) bir fonksiyonu (bir tür kolu) olarak görmemiz gerekir. Burada, YTH kavramsallaştırmasını siyaset ontolojisinde kurmaya çalışan, Laclau-Mouffe’un geleneksel işçi sınıfı temsilleri hakkındaki eleştirilerini gözden geçirip reddetmeye çalışacağım. Öncelikle Laclau-Mouffe’un sol popülist stratejisinin mantıksal gidimliliğinde açık bir şekilde çelişkili olduğunu iddia edeceğim. Popülist strateji, toplumsal alanın söylemsel dikimler aracılığıyla giydirildiğini söylerken kendi kendisini reddetmek zorundadır. Laclau-Mouffe hem “bütün söylemsel yapıların maddî karakterde” (1992: 134) olduğunu iddia ederken hem de öznenin maddi varolanların birbirine bağlayabilmesi açısından söylemin “nesnelliğin birinci inşa alanı” (2007: 86) olduğunu belirtir. O halde bir söylem veya söylemsel tertibat (yapı) maddi-nesnel karakterde, maddi-nesnel varolanlar minvalinden bir şey midir (burada düşük bir altyapısal indirgemecilik modeliyle karşı karşıyayız) yoksa maddi-nesnel alanın kendisi “boş gösterenler”in hegemonik-retorik hamlelerle bükülmesine bağlı, doğrudan söylemsel yapının potansiyel ufkuna bağlı olarak mı kurulur (bu ise açık bir idealizmdir). Bu çelişkili yapıya bağlı olarak, popülist stratejinin bir “olan” (pozitiflik) mı yoksa “olması gereken” (ideallik) mi olduğu belli değildir. Laclau-Mouffe, siyasalın gerçek performatif yapısının sadece popülist stratejilerden mi geçtiğini yoksa demokratik sosyalist bir program için bunun (Leninist) Parti stratejisine alternatif bir ahlaki önerme mi olduğu sorusunun cevabını da muğlak bırakır. Son olarak Laclau-Mouffe’un “ekonomist a priori”cilik olarak adlandırdığı geleneksel Marksist teoriye yönelttikleri eleştiri sorunludur. Tespit etmemiz gerekir ki YTH çerçevesi, ortasınıf karakterli bir siyasal sapma olarak işçi sınıfı temsilleriyle açık bir şekilde kavgalıdır ve tam da bastırılmaya çalışılan olarak, yeni işçi sınıfı temsili bu saldırıların altında çokça yara almış bir şekilde çıkmıştır. Yeni işçi sınıfının karakteri, bu anlamıyla, Sennett’in deyimiyle söylersek, aşınmıştır (2014). Ben bu aşınmanın teorik kötülüklerini, feminizm ve sosyalizm arasındaki gerilimli eklemlenmelere temas ederek göstermek istiyorum.

Son iddiam bu nazarda, şu olmalı. İşçi sınıfının, dünya-tarihsel alanda kendi çıkarlarını evrensel çıkar setleriyle bütünleştiren özel bir sınıf, “sınıf-olmayan bir sınıf” (Ranciere, 2009: 111) olarak, geleneksel pragmasında maskülenite cephesinden eleştirilmesi sıklıkla karşımıza çıkan bir vakadır. YTH ve yapısalcılık-sonrası sol, bu eleştiriyi sahiplenir ve işçi sınıfı mücadelelerinin erkeklik kodlarını ortaya çıkarmaya çalışır. Buna karşılık birinci iddiam, yapısalcılık-sonrası solun bu sınıfsızlaştırıcı retoriğinin aslında muazzam sınıf kodlarıyla yüklü olduğu ve bunun sonuçları üzerine: yapısalcılık-sonrası feminist siyaset, sosyalist gündemi reddettiği sürece, alt sınıfların madun kadınlıkları üzerine alternatifler geliştirmenin hep uzağına düşmüştür veya düşecektir. Bu dar sınıfsal kodlara işlenmiş feminizm, (feminist) pratik açısından (da) sorunludur ve işçi sınıfına ait kadınların durumuna da git gide kötüleştirmeye katkı sunmaktadır. En azından şu noktayı düşünmemiz gerekir: Akademik tartışmalarda feminist kodların dolaşımı gelişirken/geliştikçe nasıl oluyor da nüfusun çoğunluğu –işçi sınıfı– için neo-patriyarkal donanımlar artmaktadır? Bazı kültür adacılıklarının ötesinde geç kapitalist kültür, nasıl en ilkel patriyarşik jestleri müstehcen bir şekilde sergileyebilir? Ben bunun geleneksel işçi siyasetinin çöküşü ve yeni işçi sınıfının kültürel gerilemesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. YTH’nin teorik olarak referansladığı yeni işçi sınıfı, şimdi, her zamankinden daha patriyarşiktir. Tikel çıkarlar ve merkezsiz özne yapılarıyla karakterize edilen yeni işçi sınıfı, kısa erimli kendiliğinden itaatsizlikler veya sahipsiz gizli direnişlerden başka bir şey üretememektedir; bu ise bizi patriyark-kapitalizme karşı siyasal olarak savunmasız bırakmaktadır. Peki, geleneksel işçi kültüründe nasıldı? Bana kalırsa şimdiki (veya eleştirilerin imgelemlerimize yerleştirdiği) kadar kötü değil. Bunu açıklamak için geleneksel işçi kültürü siyasetindeki maskülaniteyi yeniden değerlendirmeyi öneriyorum. İkinci iddiam, bu bağlamda, geleneksel işçi siyasetindeki erkeklik hallerinin düşünüldüğü kadar hegemon-maskülen olmayabileceğidir. Bu maskülanite, müstehcen bir iktidar ediminden daha çok tarihsel bir dolayım olabilir. Bunu, 60’lar sonrasından itibaren gelişen geleneksel işçi sınıfı kültürünün eserleri olarak görülebilecek, Yılmaz Güney’in Baba (1970) ve Düşman (1979) filmleri üzerinden örnekleyeceğim. Bu filmler klasik anlamlarıyla patriyarşik tonlarla bezelidir ancak burada Yılmaz Güney’in popüler feminist eleştirmenleri bir noktayı ıskalamaktadır: sözkonusu patriyarşik tonlar, proleter erkek cephesinde bir erkeklik krizi üzerinden açıklanmakta ve istisnasız olarak bu erkeklik krizinin çözümü/çözümsüzlüğü toplumsal alana havale edilmektedir.

Yeni işçi sınıfı kültürleri, geleneksel formasyonlara kıyasla, şimdilik öyle görünüyor ki, başarısız bir siyaset (ve temsil) içeriğine sahiptir. Yeni işçi sınıfı teorisi ve YTH, politik olarak yeni faillikler ve mücadele hatları bulmanın uzağındadır ve bunun sonucunda, ben bu yeni kültür lehine geleneksel işçi sınıfı siyasetlerine yapılan yapısalcılık-sonrası eleştirilerin çoğunlukla haksız olduğunu düşünüyorum. İşçi sınıfının mevcut bilincindeki başarısızlığı, feminist siyasetin (spesifik fraksiyonlarının) sosyalist pragmayı reddetmesinde de görülmektedir. Bu içi geçmiş Marksistlerin düşünmeyi sevdiği gibi sadece feminizmin başarısızlığı değil, aynı zamanda Marksizmin de siyasal başarısızlığıdır. Neo-patriyark sınıf-olmayan sınıf örüntüleri, feminist siyaset için öğretici olabileceği gibi Marksizm için de öğreticidir: işçi sınıfının çıkarlarının hegemonik bir ideolojiyle evrensellikten arındırılmasının sonucudur bu. Bu noktada ben, geleneksel Marksist siyasetin hegemonya stratejilerinden hala öğrenebileceğimiz şeyler olacağını ve patriyarkal yapıların tahakküm ve sömürü uğraklarını başarısızlığa uğratmanın onun sınıfsal kodlarını gösterebilmemiz koşuluyla gerçekleşeceğini düşünüyorum. Yeni bir sınıf siyasetine ihtiyacımız var, tam da varolan yeni başarısız olduğu için. Ve bunu devrimci geleneği tekrar öğrenerek yapmaya ihtiyacımız var (bu geleneğin daha heretik bir gelenek olabileceği de hatırlanmalıdır). Bu çalışmanın başlatmak istediği tartışmanın belirtik stratejisi burada ortaya çıkmaktadır: sınıf siyasetinin çelişkilerini nasıl ontolojik farklar ve fenomenolojik yatırımlar olarak görmemiz, bu (kendinde) çelişkileri ne yolla (kendi için) siyasal yarıklara götüreceğimizin üstünden geçilmiş izlerini ikinci kez icat etmemiz gerektiğini anlamak, şu an, her zamankinden daha fazla önemlidir. Bu noktada işçi sınıfının bilincinin, sınıf olmayanın bilinci olarak, kritik rolü önümüzde durmaktadır. Hatırlamamız gerekir ki, sınıf-ötesi tahakküm biçimleri (cinsiyet, ırk vb.) ancak sınıfsal yüzeylere kaydedilerek yaşayabilirler ve sınıfsal mücadeleler de ancak diyalektik olarak sınıf-olmayanın ideolojik yapılarında çözümlenebilir. Sonuç önermemiz bu yüzden kendiliğinden ortaya çıkarılmıştır: işçi sınıfı mücadelesinde gerilemelerle bu gerilemelerin işçi kültüründeki yansımaları, sınıf-ötesi tahakküm biçimlerinden biri olarak neo-patriyarşinin gelişim karakterinde gözlemlenebilir. Böylece ideografik olarak şunu söylememiz artık kaçınılmazdır: işçi sınıfı siyasetinin yeniden güç kazanabilmesi için, ideolojik savaş cephemizi, en azından patriyarşiye kadar geliştirmemiz gerekecektir.

Hegel G. (1986) Tinin Fenomenolojisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea

Lukacs, G. (1998) Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, Belge

Laclau, E. (2007) Popülist Akıl Üzerine, Çev. Nur Betül Çelik, Epos

Laclau ve Mouffe (1992), Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev. Ahmet Kardam ve Doğan Şahiner, İletişim

Ranciere, J. (2009) Filozof ve Yoksulları, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis

Sennett, R. (2014), Karakter Aşınması, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı

Williams, R. (2017) Kültür ve Toplum, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim


Örgütlenmesinde Güçlük Çekilenlerin Örgütlenmesi: İmece Ev İşçileri Sendikası, Ev İşçileri Dayanışma Sendikası ve Sokak Atık Toplayıcılar Derneği Örnekleri

Aslı Kaykısız

“Örgütlenmesinde Güçlük Çekilenler”in Örgütlenmesi:

İmece Ev İşçileri Sendikası, Ev İşçileri Dayanışma Sendikası ve Sokak Atık Toplayıcılar Derneği Örnekleri

İşçi sınıfının tarihe karıştığı yerini kimlik, ideoloji, cinsiyet gibi değişkenliklerin aldığı ve buna bağlı olarak sendikacılığın bittiği düşüncesi yaygınlaşırken 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Güney Kore, Brezilya, Filipinler, Güney Afrika, Arjantin, Hindistan gibi ülkelerde “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” olarak adlandırılan yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştır. 2000’lerle birlikle bu hareketler yeni şekiller almış ve işsizler, topraksızlar hareketi gibi hareketlerden katı atık toplayıcıları, ev eksenli çalışanlar, sokak satıcıları gibi enformel istihdamın yoğun olarak gözlemlendiği çalışma biçimlerinde örgütlenme hareketleri haline dönüşmüştür. Örgütlenmenin önünde; kişiye özgü, işletme türüne özgü ve işe özgü engellere işaret eden ILO, kişisel özellikleri, yaptıkları işin türü, imzaladıkları sözleşme türleri veya çalıştıkları işletmenin türü sonucunda sıklıkla sendika temsili, sosyal diyalog ve toplu pazarlık mekanizmalarının dışında kalan bu grupları “örgütlenmesinde güçlük çekilenler” olarak kavramsallaştırmaktadır. Bu kavram ayrıca sorgulanması gereken bir ifade taşımaktadır. Sorgulanması gereken enformel çalışanların, sendikalar tarafından örgütlenmemiş mi yoksa örgütlenememiş mi olduklarıdır. Bu kişilerin örgütlenmemiş olmalarında örgütlenmenin önündeki engellerden önce örgütlenmenin gereklerini yerine getiremeyecek olmaları yatmaktadır. Nitekim sendikanın finansmanı aidatlarla gerçekleşmekte iken enformel kesimler bu üye aidatlarını düzenli ödeyebilecek konumda bulunmamaktadır. Bu kapsamda “Örgütlenmesinde Güçlük Çekilenler” kavramsallaştırmasının bu kesimi ne kadar yansıttığı tartışma götürmektedir.

İşgücündeki yapısal değişiklikler, Teknoloji, demografik ve ekonomik özellikler gibi farklı değişkenlerin etkili olabildiği kayıt dışı istihdam, özellikle azgelişmiş ülkelerin gerçekliğinde önemli bir yer tutmaktadır. Katı atık toplayıcıları, sokak satıcıları, ev hizmetleri çalışanları gibi emek kesimlerinde kayıtdışı istihdamın yaygın olduğu görülürken son yıllarda katı atık toplayıcıları, sokak satıcıları, ev eksenli işçiler gibi çalışanların dernek, sendika gibi oluşumlar altında hak arayışlarına da katıldıkları görülmektedir. Bu kapsamda kayıtdışı çalışanları, kayıtdışı ekonomide yer alan çalışanları ve aynı zamanda standart olmayan istihdam sözleşmesine sahip olan çalışanların örgütlenmelerini kapsayan örgütlenmesinde güçlük çekilenlerin örgütlenmesi tartışması önem kazanmaktadır. Sınıf tabanlı örgütlenmelerinin önemini yitirdiği iddialarına somut bir karşılık olarak duran bu örgütlenmeler örgütlenmenin yalnızca sendikal örgütlenmeden ibaret olmadığını gözler önüne sermektedir.

Son yıllarda Türkiye’de de ev hizmetleri çalışanları, katı atık toplayıcıları gibi enformel istihdamın yaygın olarak görüldüğü çalışma biçimlerinde örgütlenmelerin gerçekleştiğine tanık olunmaktadır. Bu kapsamda araştırma, bu kesimlerin Türkiye’deki sendikalaşma deneyimlerinin nasıl gerçekleştiğine ve bu deneyimin güney ülkeleri ile benzer ve farklı yönlerine odaklanmayı amaçlamaktadır. Bu örgütlenme biçimlerinin 2000’lerden sonra yaygınlaşmasının nedenleri ise araştırmanın asıl iddiasını oluşturmaktadır. Nitekim gerek dünyada gerek Türkiye’de enformel istihdam biçimleri yeni bir olgu olmamakla birlikte örgütlenme deneyimleri yeni bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yıllardır örgütlenmeyen ve örgütlenmesinin önünde ILO’nun belirttiği üzere bir takım engeller olan bu kesimler neden şimdi örgütlenmektedir? Araştırma kapsamında bu soruya cevap aranmaktadır. Araştırma bu hareketlerin yalnızca bir sonuç belirtmediği aynı zamanda örgütlenmenin nedenlerini de ortaya koyduğu iddiasını taşımaktadır. Nitekim Dünyadaki örneklere bakıldığında işsizlik problemi, su, elektrik gibi temel kaynaklara erişimin engellenmesi gibi nedenlerin örgütlenme üzerinde oldukça önemli olduğu görülmektedir. Başka bir ifade ile temel yaşam ihtiyaçlarının az gelişmiş ülkelerin gerçekliğinde hala geçerliliğini koruması yönüyle bu hareketlerin; ücretlerin yükseltilmesi, çalışma şartlarının geliştirilmesi gibi taleplerdense daha temel, yaşam hakkına dair talepler olduğu görülmektedir. Bu kapsamda Türkiye’deki örgütlenme biçimlerinin oluşum şekilleri, deneyim ve pratikleri bu nedenselliğin anlaşılması konusunda önem taşımaktadır.

Araştırma kapsamında, öncelikle belirtilen çalışma biçimlerinin dünyada ve ülkemizdeki yapısı ve yasal zemini tartışılacaktır. Daha sonra ise Türkiye’de ev hizmetleri çalışanlarının örgütlendiği; İmece Ev İşçileri Sendikası ve Ev İşçileri Dayanışma Sendikası ile ve katı atık toplayıcılarının örgütlendiği; Sokak Atık Toplayıcılar Derneği’nin yönetim yapısı, örgütlenme deneyimleri ve mücadele pratikleri hakkında mülakat ve gözlem teknikleri ile bilgi toplanacaktır. Bu mülakatlar sendika yöneticilerinin yanı sıra sendika üyelerini de kapsamaktadır.


Yeni İşçi Disiplininin Niyet Edilmeyen Sonuçları

Ebru Işıklı

Yeni kapitalizmde iş yeri disiplini için kurulan bürokrasi çelişkili prensiplerle işler. İşçiyi kontrol mekanizmalarının çelişkilerle işlemesinin nedeni iş piyasasında çeperde yer alan, düşük ücretli, kolay değiştirilebilen emek gücünü yönetmek ve “kötü” işlere razı etmektir.

Bürokrasi Fordist döneme ait görülür ancak bugün daha yoğun olarak kullanılır. Performans yönetim sistemleri diyebileceğimiz yeni bürokrasinin araçları kişileri aynı anda hem ayırır hem de birleştirir. Yeni tip bürokrasi eskisinden farklı olarak zıtlıkları barındırma kapasitesine sahiptir. Yeni iş yeri yönetiminde otonomi-karşılıklı bağımlılık, bireysellik-merkeziyetçilik, kuralsızlık-aşırı kurallılık, standartlaştırma- farklılaştırma aynı anda, çelişkili bir biçimde değil sentez biçiminde bir arada bulunur.

Bugün işe alımda diploma tek başına bir kriter değildir. Diplomayla beraber davranış eleme kriteri olarak değerlendirilmektedir. Bu değerlendirme yeni bürokrasi araçları ile yapılır. Aranan toplum içinde genel kabul gören davranışlar değildir işi maksimize eden davranışlardır. Kredi kartı satan birinin manipülatif olması örneğinde olduğu gibi aranan özellikler toplum içinde onaylanmayabilir. Doğal eğilimleri ve pozisyon için beklenen davranış arasındaki mesafeyi en az gösteren aday işe alımda en iyi performansı gösteren adaydır. Asıl olarak bu performansın başarısı işe alımı belirler.

Sistem hem kişiyi bireysel olarak tanıyan hem de kişiyi diğerleriyle ilişkileri içinde değerlendiren bir yapıya sahiptir. Kişiyi bireysel olarak tanıyan sistemin ideolojisi işi iş yeri ile ilgisi olmayan bir mesele olarak çerçeveler. Bu ideolojinin prensibi kişinin bireysel özelliklerini kullanarak kendini gerçekleştireceği bir işin mutluluk getireceğidir. Bu ideoloji sayesinde işyeri-iş ilişkisi koparılmıştır. Karakter-iş örtüşmesinin mutluluk getireceği söyleminin niyet edilmemiş bir sonucu da olmuştur. Bu çalışanların işlerinde mutlu olup olmadıklarını düşünmelerine yol açmıştır. Aynı zamanda işlerinin mutluluk getirmediğini fark etmelerine de yol açmıştır. Bu sunumda duyguları işe koşulan işçinin yabancılaşmaya karşı direncinin küskünlük, içe kapanma ve hayal kırıklığı yerine kolektif hareket üretip üretemeyeceğini sorgulayacağım.


Küresel Kapitalizmde Göçmen Emeğini Kavramsallaştırılmak: Büyüyen Prekarya mı, Göreli Artık Nüfus mu?

Şebnem Oğuz

Ana akım göç literatüründe, küresel göç ve emek arasındaki ilişki genellikle itici ve çekici faktörler (push-pull factors) bağlamında ele alınmaktadır. Bu yaklaşıma göre işçiler kendi ülkelerindeki çalışma koşullarının “iticiliği”” ve başka ülkelerdeki çalışma koşullarının “çekiciliği”” nedeniyle göç ederler. Rasyonel ve kendi çıkarlarını maksimize eden bireyleri varsayan bu liberal yaklaşım, küresel göçü olumsal faktörlere bağladığı ölçüde günümüz göç dalgasının kendine özgü yapısal dinamiklerini, özellikle kriz ve kapitalizmin farklı coğrafyalarda geçirdiği dönüşüm ile ilişkisini görmezden gelir (Hanieh, 2019). Oysa günümüzde küresel göçün emek açısından özgünlükleri ancak sermaye birikiminin farklı ölçeklerde yeniden yapılanması bağlamında anlaşılabilir. Örneğin daha önceki göç dalgaları genellikle güneyden kuzeye doğru iken günümüzde güney-güney arasındaki göçün de çok hızlandığı bilinmektedir. Bunun nedeni sermaye birikimi sürecinde Doğu Asya gibi yeni bölgesel güç merkezlerinin ortaya çıkmasıdır.

Küresel göç literatüründe alternatif yaklaşımlar ise daha çok göçmen emeğinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve sağ popülizmin yükselişi ile bağlantısı üzerinde durmaktadır. Bu bağlantının analizi politik olarak kritik öneme sahip olmakla birlikte sermaye birikim süreci ile içsel olarak ilişkilendirilmeksizin ele alındığı ölçüde sınıf mücadelesi açısından yanıltıcı önermelere yol açabilir. Bu bağlamda bu çalışmanın temel sorusu şudur: Göçmen emeği farklı ölçeklerdeki sermaye birikim süreci ile içsel bağlantıları dikkate alınarak nasıl kavramsallaştırılabilir? Bu bağlantıların açığa çıkarılması özellikle kriz dönemlerinde belirli bir toplumsal formasyonda yerli ve göçmen işçiler arasındaki sınıfsal karşılaşmalar ve sınıf mücadeleleri açısından nasıl bir politik stratejiye işaret eder? Bu tartışmanın Türkiye’deki Suriyeli göçmen işçilerin sınıf mücadelesindeki konumu açısından politik uzantıları neler olabilir?

Bu sorulara yanıt ararken Guy Standing’in prekarya kavramı betimleme anlamında önemli olgusal değişimlere işaret etmekle birlikte analitik ve politik açıdan yanıltıcıdır. Prekarya kavramı 2000’lerin başında tartışılmaya başlandığında hem vasıflı ve yüksek ücretli kafa emekçilerini hem de vasıfsız işlerde düşük ücretle çalışan kol emekçilerini güvencesizlik temelinde birleştirerek kapsamaktaydı. Standing’in daha sonraki formülasyonları bu iki kesimi birbirinden ayırarak ilkini “profesyoneller” kategorisi adı altında ele almakta, prekaryayı ise daha çok ikinci kesim üzerinden tanımlayarak göçmen işçileri de bu kategoriye dahil etmektedir. Bununla birlikte prekaryayı proletaryadan farklı bir kategori olarak tanımladığı ve çözüm olarak temel vatandaşlık geliri gibi sınıf mücadelesinden kopuk bir strateji önerdiği ölçüde politik olarak yanıltıcı olmaya devam etmektedir. Güvencesiz çalışmaya ilişkin ana akım literatürde kullanılan kategoriler, özellikle ILO’nun kategorileri ise ölçüme ve istatistiksel sınıflandırmaya dönük işlevsellik taşımakla birlikte güvencesizliğin farklı boyutlarını gizleyebilmektedir.

Alternatif bir analiz Marx’ın Kapital’de kullandığı göreli artık nüfus (surplus population) ve bunun bir alt kategorisi olan yedek işgücü ordusu kavramları çerçevesinde yapılabilir. Zira Marx’ın Kapital 1.Ciltte formüle ettiği göreli artık nüfus kavramı “sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olan nüfustan daha fazlası” olarak tanımlandığı için de tam da sermaye birikimi ile göçmen emeği arasındaki içsel ilişkileri kurmak açısından anlamlı bir kategori olarak karşımıza çıkmaktadır. Marx Kapital’de yedek işgücü ordusu olarak göreli artık nüfusun üç farklı biçimi (akıcı, saklı ve durgun artık nüfus) ile yoksul artık nüfus kategorilerden bahseder. Akıcı artık nüfus kategorisi sermayenin değerlenme koşullarına göre işlerinden çıkarılıp ihtiyaç halinde yeniden işe alınanlara denk düşerken, saklı artık emek kategorisi özellikle tarım gibi sermaye birikimine dâhil olmayan alanların kapitalistleşmesi sürecinde proleterleşen işçilere karşılık gelir. Durgun artık nüfus ise, aktif işgücü içinde yer almakla birlikte düzensiz ve kötü çalışma koşullarına razı olma durumunda olan, işçi sınıfının ortalama yaşam koşullarının altında yaşayan emekçileri kapsar. Son olarak yoksul artık nüfus, “lümpen proleterya” ile geçimini emek gücünü satarak sağlayamayacak durumda olan kesimlerden oluşur (Oğuz,2016). Günümüzde güvencesizlik kıskacındaki göçmen işçileri, durgun artı nüfus kategorisi ile ilişkilendirerek kavramlaştırmak mümkündür (Duggan, 2013). Böyle bir kavramlaştırma, aktif işgücü içinde güvenceli işlerde çalışan işçiler ile durgun artık nüfus kategorisindeki işçiler arasındaki ilişkiyi işçi sınıfının kendi içindeki bir dinamik olarak ele almamıza yol açacağı ölçüde, yerli ve göçmen işçiler arasında sınıf oluşumu açısından birleştirici bir ilişki kurmayı mümkün kılar. Böylelikle prekarya-proletarya ikiliğinin bir uzantısı olan temel vatandaşlık geliri gibi önerilerin yerini, yerli ve göçmen işçilerin uzun vadeli ortak mücadelesine dönük stratejiler alabilir. Bu tür bir kavramsallaştırma, kriz dönemlerinde işçi sınıfı içinde göçmenlere yönelen tepkinin nasıl bir yanlış bilinçten kaynaklandığını göstermeyi de olanaklı kılar. Zira kriz koşullarında güvenceli işler azalırken akıcı artık nüfus kategorisi büyür. Bu durumda akıcı artık nüfus içindeki yerli işçilerin güvencesiz işlere dönük talebi ve dolayısıyla durgun artık nüfus kategorisine katılma eğilimi artar. Bu süreçte yerli işçiler karşılarında aynı işlerde çalışan göçmen işçileri bulurlar. Ancak burada yerli ve göçmen işçiler arasındaki rekabet, durgun artık nüfusa dahil olmaya ilişkindir ve dolayısıyla göçmen karşıtı tepkiler güvenceli işleri geri getirmeyecektir. Çünkü genel olarak yedek işgücü ordusundaki artışın nedeni göç değil kapitalist rekabetin kendisidir.


Zorunlu Göçte Nitelikli Olmak: Eğitimli Suriyeli Göçmenlerin İstanbul Emek Piyasasındaki Deneyimleri

Nur Üstündağ

Bu çalışma, Suriye’den zorunlu göçle gelen Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki emek piyasasına katılım süreçleri ve çalışma koşullarını incelemektedir. Bu bağlamda, Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’de yaşayan, üniversite mezunu Suriyelilerin emek piyasasına katılımına bakılacak ve Türkiye emek piyasalarında, eğitim düzeylerine denk düşen bir işte çalışabilme ve kendi mesleklerini devam ettirebilme imkanları sorgulanacaktır. Çalışmada, daha kırılgan olan göçmen emeğinin, istihdama en çok katılan yaş kesiminin, esnekleşen emek piyasasında, ne ölçüde talep edilebilir olduğu ve talep edildiği durumlarda, nitelikleriyle eşleşip eşleşmediği incelenecektir.

Suriye’den diğer ülkelere sığınanların sayısı ise, 6 milyonu aşmış olup; Suriyeli sığınmacıların 3.5 milyondan fazlası Türkiye’de “geçici koruma statüsü” altında bulunmaktadır. Bu nüfusun büyük bir kısmı, kentlerde yaşamaktadır. Bu sebeple çalışma alanı, Türkiye’de iş imkanları ve çeşitliliği en fazla olan ve aynı zamanda Suriyeli göçmenlerin en fazla yaşadığı il olan İstanbul olarak belirlenmiştir. Çalışma, İstanbul ölçeğinde, eğitimli göçmenlerin emek piyasasına girerken yaşadıkları deneyimleri tespit etmenin yanı sıra; buna etki eden, göç öncesi niteliklerinin tanınması, dil becerisi ve sosyal ağ gibi faktörleri irdelemektedir. Aynı zamanda zorunlu göçün, bireyin hem ekonomik hem de sosyal yaşantısındaki etkisine odaklanan, nitel verilere dayanan bir kesit sunmaktadır. İstanbul’da yaşayan ve çoğunluğu çalışan 27 göçmenle yapılan, yarı yapılandırılmış mülakat formuna dayanan saha araştırması ile göçmenlerin mesleki olarak aşağı gitme deneyimi ve buna etki eden hususları tartışmaktadır. Göçmenlerin emek piyasasına katılımları ve çalışma koşulları da bu anlamda incelenmektedir.

Göçmenler sıklıkla göç ettikleri ülkede, kendi eğitim düzeylerine karşılık gelen işlerden ziyade, geçimlerini sağlayabilmek adına vasıfsız işlerde çalışmak zorunda kalarak, enformel sektörde istihdama dahil olmaktadır. Bununla birlikte, üniversite mezunu olan ve nitelikli göçmen olarak tanımlanan kesimin istihdama katılabilmesi ve niteliklerini kullanabilmesi; yalnız bireylerin kendisine değil, ülke ekonomisine de katkı sağlayacağı için mevcut durumda göçmenlerin mesleki konumlarını tespit etmek önemli görünmektedir. Bu sebeple çalışma, göçmenlerin göç öncesi sahip olduğu dil bilme, diploma sahibi olma ve tecrübe gibi niteliklerinin, iş bulmalarına ne biçimde etki ettiğine bakacaktır. Bu bağlamda çalışma, göçmenlerin niteliklerine uygun bir işe girebilme kapasitelerini ve nitelikli işlerde çalışabilme durumlarını anlamaya çalışmaktadır.

İkinci olarak, özellikle neoliberal politikalar sonucu artan niteliksizleşme olgusunu göçmenler bağlamında ele almaktır. Yeni küresel iş bölümünde, ekonomik yeniden yapılanmayı mümkün kılmak adına uygulanan politikaların, niteliksizleştirme yolu ile kendini sürdürebileceği düşünülmektedir. Bu durum, teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak açığa çıkan işsizlikle birlikte; yalnız göçmenlerin değil, eğitimli tüm kesimin problemi olacak gibi görünmektedir.

Göçmenlerin istihdama katılımında hukuki statüye sahip olma işgücüne girilen kademeyi etkilemektedir. Bu anlamda göçmenler mültecilere ya da sığınmacılara kıyasla görece daha iyi işlerde, daha yüksek maaşlarla çalışsalar da; göç ettikleri ülke vatandaşları ile aynı statüye ulaşmaları ve uyumları uzun zaman almaktadır. Bu anlamda göçmenlerin de mülteciler ile birlikte, niteliklerine uygun olmayan işlerde enformel olarak istihdam edildiklerini söylemek mümkündür. Dolayısıyla herhangi bir göçmen grubu için niteliksizleşme deneyimi yüksek olasılıklıdır.